Kalubeladan[1] beridir, insanların yarattığı tanrılar ve Tanrı’nın yarattığı insanlar arasındaki kavga devam edip durdu. İnsanlar tanrılar yaratmakta öyle mahirlerdi ki, yarattığı tanrılara inanmak şöyle dursun, onları helva yaparak yiyecek kadar[2] seviyorlardı. Üstelik yarattıklarına inanıp onu severek yemekle kalmıyorlar, yapmayı arzuladıkları veya çoktan yaptıkları sapkınlıkları yarattıklarına isnat ediyorlardı.
Kendini Öğütmek
Bir akıl sağlığı sorunu sayılabilecek bu isnatlardan ilki Antik Yunan’ın Satürn’üdür[3]. Öyle ki Satürn, evvelce kendisinin babası Caelus’u yerinden ettiğini hatırlar, çocuklarının da kendisinin yerini almasını engellemek için bütün çocuklarını doğar doğmaz vahşi bir şekilde yer. Satürn’ü durdurmak için eşi çocuk diye bir taş verir, nihayet Satürn taşı yutar ve çocuk yemesine bir son verilmiş olur. Bu hikaye kafamda hep bir arkadaşımın başka bir arkadaşımı tarif etmek için kullandığı imgelemeyi canlandırıyor kafamda. Bahsi geçen Elbistanlı arkadaşım derdi ki; “Un nasıl elde edilir bilir misin Ömer? Değirmende iki ağır masif taş birbirine zıt istikametlerde döner. Onlar döndükçe içine atılan nevale ezilir. O kadar ezilir ki, nihayet zerre haline gelir. Ama eğer içine nevale koymazsan ne olur biliyor musun Ömer? Aha da bu hıyar olur! Yani değirmenin taşları kendini öğütmeye başlar!” demişti. Kendini öğütmek… İşte Satürn’ün de yaptığı tam olarak bu. Peki Satürn’ü yaratan bilinçler bunu neden hikayeleştirsin? Asırlar boyu neden çocuklarını yemek yahut bir diğer deyişle kendini öğütmek anlatılagelsin?
İsmail Putu?
Hayatımda hiç cansız bir nesneye kızmadım. Fakat bir keresinde bir kitabı okurken öfkeden deliye döndüğümü, hüzün ve nefret arasında bir yerlerde kıpkırmızı kesildiğimi, pasajın bitmesini beklemeden derhal elimdeki kitabı duvara fırlattığımı hatırlıyorum. O kitap Ali Şeriati’den “Hacc” idi. Kitapta bahsi geçen şeyse semavi dinlerin hemen hepsindeki İbrahim Peygamberin oğlu İsmail’i kurban etme meselesi. Anlatıya göre İbrahim, “Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla” diye yakarır. Duası kabul olunup bir çocuğu olur. Çocuk büyüdüğünde İbrahim bir rüya görür ve oğluna gördüğü rüyayı anlatır; “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?”. Oğlu tereddüt duymadan babasından katil fermanını infaz etmesini ister, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın”. Hadisenin devamında, İbrahim oğlunu boğazlama aşamasına geldiğinde Allah, “Ey İbrahim! Gördüğün rüyayı yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız” diyerek bir koç gönderir ve oğlunu değil koçu kurban etmesini ister[4]. Ali Şeriati bu hadiseyi daha farklı, daha dramatik ele alarak bambaşka bir perspektif ortaya koymuş. Şeriati İbrahim’e gelen oğlunu kurban etme talebini şöyle yorumluyor; “Ey İbrahim, İbrahim olmuşsun, ama “kul olmak” daha zordur! Mutlak özgür, mutlak özgürlük olmalısın! Hiç kahramanlık türküsü okuma; zira insan zirvede dahi daima düşüş tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doruklara çıkıp düşmek daha tehlikeli, daha fecidir. İsmail’ini öldür! Kendi ellerinle kurban et! Candan sevdiğin evladını, gönlünün meyvesini, ciğer pareni, gözünün nurunu, ömrünün semeresini, bütün bir bağını, zevkini, varlık bahaneni, seni hayata bağlayan bu dünyada tutan her şeyi, senin var olma, yaşama ve kalmanın anlamını, oğlunu, hayır, İsmail’ini kurbanlık koyun gibi kendin bizzat tut, yere yatır, kıpırdamaması için el ve ayağını, kendi el ve ayağının altına alarak bastır, saçlarını kavra, başını sağlamca tut, yere bastır ve geriye doğru bük ki şah damarı ortaya çıksın, bıçağın keskin ağzını yiyince oynamasın, boyun derisi toplanmasın ve kurbana zahmet vermesin! Şah damarını kes. Tepinmediğini hissedinceye kadar ayağının altında tut. Sonra kurbanlığının soğuk bedeninden kalk ve öylece dur”[5].
Korkunç değil mi? Böyle işitildiğinde, anlaşılmaya başlıyor. Bu cümlelerle duymak ne istendiğinin idrak edilmesini sağlıyor. Evet, İbrahim’den tam da bu istenmişti. İbrahim de, oğlu da olayın dramatik ve korkunç haline rağmen kuşku duymamışlardı. Satürn anlatısıyla İbrahim hadisesinin ortak noktasıysa, çocuklarını öldürmüş ya da öldürecek olmaları. İki anlatının da ortak özelliklerinden bir diğeri “engellenmeleri” olsa gerek. Yani engellenmeseler, çocuklarını öldürecekler. Ya da öldürmeye devam edecekler. Fakat İsmail hadisesinde bir fark var. İsmail, İbrahim’in evvelce kırdığı putlardan biri. Yapması gereken yalnızca eline bir balta alıp onu da kırmak. Ne acı, ne ıstıraplı bir ödev!
Devlet Baba Beni Yeme
Devletin otoriteryen, emredici ve buyurucu tavrından olacak, devlet müessesesi yıllarca “Baba” figürüyle özdeşleşmiş. Herhalde bu durumda vatandaşlar da evlatlar olacak. Ana kim bu durumda? Vatan elbette! Bizi doyuran, besleyen, şefkat gösteren, bereketli sütüyle aşlayan, yalnız bize, bize çalışan aziz vatan. Baba, annenin aksine çocuğunun elinde avucunda ne varsa, ali cengiz oyunlarıyla elinden alan doğuştan kötü bir figür. Oyunlarına da siyaset deniyor sanırım. Vergi, iltimas, finansal zorluklar, yargıda ve eğitimde eşitsizlik, cinsiyet ayrımı ve daha onlarca oyunlarıyla canımıza ot tıkıyor. Bu kötü baba, sorumluluklarını yerine getirmeyip yaşattığı onlarca güçlük yetmezmiş gibi bir de göğsümüzde emanet diye taşıdığımız canı karnı acıkınca kendisi almak istiyor. Çoğu zaman da alıyor esasında. Fakat Ulu Tanrı’nın eşi ve benzeri bulunmayan şefkati her yüz yılda bir olacak tezahür ediyor. Babaları oğullarını yemesin diye gökten bir koç indiriveriyor. En azından yapıyordu. Sanırım artık yapmaktan vazgeçti. Çünkü tir tir titreyen evlatlar, artık evde karanlık bir vestiyerde annesinin gizlediği yerde çıtını çıkarmadan hüzünlü sonlarının gelmesini bekliyorlar. İki mitos bir nevroz arasında, biz de canımızdan olur muyuz?
[1] Kur’an-ı Kerim, el-Araf 7/172.
[2] Bülent Sönmez, “İnanç Değer ve Şiddet”, Yerel Siyaset Aylık Bilimsel Siyasi Dergi s.11
[3] Yüzgüller, Serap, ve Gül Cevahir Altun. “Satürn’ün Çocukları: Batı Sanatında Melancholıa İmgesi.” s.45
[4] Kur’an-ı Kerim, el-Saffat 37/109.
[5] Şeriati, Ali. Hacc. İstanbul: Şura Yayınları, s.133