Bahanesiz dost köyüne varılmaz derler. Köyüne varmamın bugünkü bahanesi biraz sitem etmek aziz dost…
Hani Öğretmen Kemal’in hasta çocukları sırtında taşıdığı bir sahne vardır. Cüneyt Arkın o kendine has jön tavrıyla kendisini durdurmaya çalışan molla kılıklı meczuba, “Sen susacaksın yobaz. Ben oldukça susacaksın. Ben senin kaderinim başkaldırdıkça karşına çıkacağım” naraları atarak çocukları hastaneye yetiştirmeye çalışır. Aynı o hesap yolda belde düz vatandaşa; mesela metroya binerken karşılaştığım eprimiş deri el çantasında yarısı yenik elma taşıyan kel muhasebeciye, sürekli bordo örgü bere takan anlamsız uzun kıza, sabahın köründe turşu bidonunu nereye götürdüklerini düşündüğüm çok yaşlı köylü çifte, hülasa en çok ve en mühim olarak da sana, merhum Nejat Uygur’un, “lan seni döverim ama dayak yerim diye korkuyorum” tiradı gibisinden bir vehim ile söyleyemediklerimi yazmaktan başka yol bilmiyorum.
Bu parasızlık zamanlarında bir şey olmalı, insanı kedere boğan cinsten bir şey… Hatta öyle bir şey ki: Victor Hugo gibi bir Fransa senatosu üyesinin, yani parlementerinin, yani Türkçesi aziz kardeşim “bir milletvekilinin” bile donuk hislerini uyandırıyor, bin yedi yüz yirmi dört sayfa “Sefiller” yazdırıyorsa; bu garibanlıkta, bu parasızlıkta bir keramet vardır.
Ben de hissediyorum ne yalan söyleyeyim, romatizma gibi hissediyorum; annemin geçmeyen bel sızısı gibi hissediyorum. Unutayım diyorum, nafile! Çıkmıyor aklımdan. Sinir uçlarıma kadar işlemiş, Allah’ın her anı, her dakikası, her saniyesi bir uğultu gibi beynimin koridorlarında dolaşıyor. Biz de lümpenik ya, bazen uyanıveriyorum bu halimden. Doğunun anlamsız vicdan güneşi doğuyor içime, çalıştığımı hatırlıyorum, bir işimin olduğunu yani…
İşi olmayanları düşünüyorum ardından. Ne büyük kalabalıklar var bu kümede! Bazısı canımızdan bir can, bazısının çocuğu var, bazısı azap bankasına teminat olarak ömrünü göstermiş kredi ödüyor, bazısı tülbente sarılı ve dualı harçlıklarla mezun olmuş, bazısı tazecik evli… Heyhat!
Basın işçisiyiz ya güya, haliyle işimiz kayıt almak. İşte kafamın “remi” bu kayıtlarla dolu. Oturup sohbet ediyoruz birileriyle. Mevzu dönüyor, dolaşıyor paraya geliyor. Eşeğin sevmediği ot misali… Ağırlıkla şunları duyuyorum, “vay filanca adam şu kadar kazanıyor, ben neden bu kadar kazanıyorum”, “vay ona o zam gelirse, aradaki fark azalır”, “vay ben bu kadar kazanıyorsam, o zaman artık verilen kadar çalışayım”… Bunlar konuşulurken verilen örneklere bir bakıyorum hiç üstünü örnek veren yok. Herkes kendi astının ne kadar kazandığı derdinde.
Müdür memurun, memur sözleşmelinin, sözleşmeli işçinin ne kadar kazandığına tasalanıyor. astına az zam yapıldığında içini habis bir keyifle dolduruyor. Bu hastalıklı olduğu kadar yaygın düşünce; toplumu, fertler arası ilişkiyi, kültürü ve irfanı dolayısıyla sahip olduğumuz bütün değerleri zehirliyor.
Şimdi kalkıp, emek değerlemesi, eğitim ve statü farklılığı, serbest piyasa gibi itirazları yapanlar olacaktır. Böyle düşünenler için şimdiden tersine bir okuma yapmayı öneriyorum. Muarızlar zam yapılacağı vakit şöyle düşünsünler, “Efendim ben idareci değilim, umarım idarecim benim gibi yüzde 15 zam almaz da, yüzde 145 alır. Böylece aramızdaki makas da korunmuş olur.” Hoşuna gitmedi değil mi muarız kardeş? Üstüne söyleyemediğini astına da söylemeyeceksin. Bir de zaten yapmamakta olduğu işe, “bu kadar maaş veriyorlar da yapmıyorum” kılıfını bulanlar var. Onlara zaten sitem edecek değilim, onlar dertlerini zebanilere filan anlatsın artık.
Yani sevgili dost, ikimiz de biliyoruz ki piyasadaki para artıp, mal sabit kaldıkça enflasyon artar. Mesele o değil ki… Esas mesele, bizden az kazananın, hep aynı seviyede bizden az kazanmasını istememiz. Yine biliyorsun ki bu son derece nevrotik, son derece hastalıklı bir düşünce.
Bunları söylemek beni komünist yapmaz, ama aksini düşünen ve söyleyeni azılı bir kapitalist yapar. Madem sofradan aç kalkıyoruz, birlikte aç kalkacağız. Yok öyle ona kuru soğan, bana Pekin Ördeği…
Bide torpille dönen dolaplarla ilgili fikrinizi beyan ediniz ….