Anadolu Türklüğü, tarihi boyunca büyük sıkıntılar çekmiştir. Siyasî, iktisadî, içtimaî ve tabiî olarak askerî sıkıntılardan geçen Anadolu Türklüğü, asıl sıkıntılarını XIX. asra geldiğinde yaşayacaktır. Bir sınav mahiyetindeki bu sıkıntılar, Anadolu’daki Türk varlığının tükenmesi mesabesinde ciddî yaptırımlarla birlikte gelecektir. Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşı zincirinin son halkası olan Millî Mücadele Dönemi, askerî ve siyasî açıdan mevcut olan sıkıntıların ortadan kalkmasına kaynaklık etmiştir. Aldığı ölümcül darbeler ardından imparatorluğunu kaybetmiş olan Türkler, azim ve kararlılıkları sâyesinde yeni bir devlet kurmuşlardır. Tarihinin muaveneti ve milletinin inancı vâsıtasıyla kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu gibi bir vatan üzerinde varlık göstermiştir, göstermektedir ve gösterecektir! Tarih boyunca uğrunda mücadeleler verilen, câzibe merkezi ve bin yıllık Türk yurdu olan Anadolu, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da sâkin bir hayata kavuşamamıştır. Zira pek çok siyasî teşekkülün çeşitli emperyal faaliyetlerinin odağında kalmış ve bu durumdan, doğrudan veya dolaylı olarak etkilenmiştir. 3 Mayıs 1944’te yaşanan hâdiselerde zikredilen emperyal faaliyetlerin bir ürünü olarak karşımıza çıkacaktır.
3 Mayıs 1944
1940’lı yılların Türkiye’si, tarihî kökleri, yaşanmışlıkları, devlet teşkilâtı hariç tutulduğunda oldukça genç bir devlettir. 6 asırlık bir imparatorluğun ardından dünya sahnesine çıkan Türkiye, 1923’ten 1938’e değin pek çok alanda atılım gerçekleştirmişti. Fakat dünya da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi değişiyordu. I. Dünya Savaşı’nın getirdiği paylaşım/paylaşamama sorunu, beraberinde yeni çatışmalara ve giderek küreselleşen dünya sorunlarına sebebiyet vermekteydi. Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nin (1923-1938) akabinde “Reisicumhur” olan İsmet İnönü, yeni bir küresel savaş dönemine şâhitlik ediyordu. Hitler’in “führerliğindeki” Nazi Almanya’sı, Stalin önderliğindeki SSCB, Roosevelt başkanlığındaki ABD, Duçe Mussolini’nin İtalya’sı ve diğerleri… Evet, burada saydıklarımız, yaşanacak büyük bir dünya savaşının paydaşlarından bazılarıdır. Hepsinin ortak bir özelliği olduğu, kanısına varmak mümkündür: Emperyalizm ve dünya liderliği…
1939’da başlayan II. Dünya Savaşı, iki büyük grubun çarpışmasına şehâdet etmektedir. Türkiye ise, dünyanın en büyük güçlerinin çarpıştığı bu savaşta bulunmak taraftarı değildir. Zira büyük bir savaştan yeni çıkmıştır ve kendisini tam anlamıyla toparlayamamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, savaşa fiilen girilmemesi demek, savaşın getirdiği olumsuzluklardan tamamen kaçınılabilecek demek değildir. Dönemin siyasî tarihi irdelendiğinde oldukça başarılı bir denge politikası izleyen İsmet İnönü, tabiî olarak, savaşın getirdiklerinden kaçamamış ve birtakım hamlelerde bulunmuştur. Doğru veya yanlış olduğuna yönelik hâlen tartışmaların sürdüğü Varlık Vergisi gibi uygulamalar, burada zikredilebilir. Fakat bir hâdise vardır ki, her yıl muhakkak anılmaktadır: 3 Mayıs 1944 Olayları ve Türkçülük-Turancılık Dâvası…
Nazi Almanya’sı ve SSCB, Türkiye üzerinde etkili olmuş iki devlettir. Öyle ki, sınır komşumuz olan ve ülkemiz hususunda emperyal emeller besleyen SSCB, o dönemki en büyük endişe kaynağımızdır. Bununla birlikte, Rusların güç aldıkları komünizm, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından beri bir “tehlike” olarak addedilmiş ve çeşitli sebepler ileriye sürülerek komünizmden korunmaya çalışılmıştır. Devlet tarafından her ne kadar engellenmeye çalışılsa da komünizm, ülkeden tam anlamıyla çıkartılamamıştır. Sol-marjinal örgütlerin sâhip çıkmasıyla Türkiye’de varlığını sürdüren komünizmin asıl gücü, II. Dünya Savaşı yıllarında etkin bir güç olan SSCB’nin komünistlere vermiş olduğu güvendir. Nitekim komünizm, bu süreçte pek çok yeraltı örgütü ve TKP gibi Moskova’ya endeksli birimler vâsıtasıyla, Türkiye’deki gücünü artırmaya başlamıştır. Savaş yıllarında mevcut bulunan CHP hükûmeti ise, bu durum karşısında sessiz kalmamış ve komünist hareketlerin yayılmasını bastırmaya çalışmıştır. Zira böylesi bir politikanın benimsenmemesi durumunda SSCB’nin emperyalist politikaları karşısında zayıf kalınmış olunacaktır. Bunun içindir ki, savaşın nihâyete ermeye başladığı 1944 yılı, okullar başta olmak üzere pek çok mahalde komünist takibatının yapıldığı bir dönemdir. Ülke içerisindeki milliyetçi ve komünizmi tehlike olarak gören insanlar ise, bu durum karşısında kayıtsız kalamamışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan ve ileriye sağlam adımlarla gidilmesinin teminatını veren milliyetçilik, komünizmin yaşadığı ve yaşattığı sıkıntılardan farklı bir gidişat izlemiştir. Millî tehlikeye karşı mücadeleyi kendilerine onur sayan milliyetçiler, zikredilen tehdide karşı teşkilâtlar kurmuşlardır. Kurulan teşkilâtlara ilâve olarak, yazın hayatında da komünizme karşı büyük bir hamle yapılmıştır. Çınaraltı, Tanrıdağ, Ötüken, Atsız Mecmua, Orhun gibi pek çok dergi, bu dönemde Türkçülüğün sesi olmuş ve millî hislerin kabarmasına hizmet etmiştir. Tabiî, dönemin girift meseleleri ve Türkiye’yi savaşa çekmek için her iki taraftan da verilen vaatler, milliyetçi kanadı da ayrı yollara yöneltecektir. Özellikle Almanların Ruslara karşı harekât düzenlemeleri, Türkçü-Turancı kesimin oldukça ilgilendiği meselelerdendir. Bu harekât ve Almanlar tarafından ileriye sürülen “Rus tahakkümündeki Türklerin kurtulacağı” söylemleri, Almanya ile Türkçü-Turancı aydınların yakınlaşmasına zemin hazırlayacaktır. Malûm olduğu üzere; Almanlar, Kırım Tatarları dâhil pek çok Türk topluluklarından asker almışlar ve komünist Rusya’ya karşı Almanya saflarında savaştıkları hâlde, kendilerine devlet kurma sözü vermişlerdir. Bir de sosyolojik gerçekler bulunmaktadır. Adolf Hitler ve beraberindeki kurmaylarının yönettikleri Almanya, saf bir Alman ırkı oluşturmanın peşindedir. İç ve dış politikaları tamamen buna dönüktür. Millî hasletlere bu kadar düşkün olunması ve bir milletin ortak şuur ekseninde kenetlenmesi de Türkçü-Turancı kesimi etkilemiştir. Bütün bunlar birleştirildiğinde, ortaya çıkan sonuç şudur: Türkçüler, Nazi Almanya’sına daha fazla yakınlık besleyecektirler.
Hüseyin Nihal Atsız
1943 yılına gelindiğinde farklı bir yönde ilerleme kat etmeye başlayan II. Dünya Savaşı, Nazi Almanya’sının kaybedeceğine dönük işaretler vermektedir. Savaşa girmese de -SSCB’nin yayılımcı siyasetinden ötürü- Almanya’ya daha yakın politik duruş sergileyen CHP hükûmeti, yönünü değiştirmeye başladı. Dışarıdaki bu değişim, iç politikayı da etkileyecekti ve ülkedeki Türkçü-Turancı kesim, hükûmetin sert tavrından nasibini alacaktı. Hükûmetin tutumundaki 180 derecelik değişim neticesinde Türkçüler -özellikle de bu kesimin önemli simalarından olan Nihal Atsız- CHP hükûmetine karşı tepki gösterecektir. Hüseyin Nihal Atsız’ın, dönemin başbakanı olan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yayımladığı iki adet açık mektup, büyük ses getirecek bir hamledir. Mektuplarda Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik birtakım tehditlerden bahseden Atsız, eğitim sistemi içerisindeki komünist öğretmenler meselesine özellikle eğilmektedir.
Atsız’ın yayımladığı mektuplar, hâlihazırdaki Türkçü-komünist mücadelesini harlamıştır. Dönemin hükûmetinde ve çeşitli bakanlıkların bünyesinde ciddî nüfuzu haiz olan komünistler -ülkenin politik değişiminden de yararlanarak- Türkçüler nezdinde propagandaya başladılar. Kitaplar, broşürler, seminerler derken büyük bir çatışma sahasına dönen içtimaî ortam, Sabahattin Ali’nin yazmış olduğu “İçimizdeki Şeytan” isimli eserle birlikte çığırığından çıktı. Yazmış olduğu romanda, dönemin ileri gelen Türkçü simalarına yönelik çeşitli teşbihlerle hakaretlerde bulunan Sabahattin Ali, en büyük tepkiyi Atsız’dan alacaktı. Atsız ile Sabahattin Ali arasında geçen “vatan haini” tartışması -dönemin ileri gelen komünistlerinin (Hasan Âli Yücel vs.) dâhil olmasıyla- mahkemeye taşınacaktır. Duruşmalar 29 Nisan, 3 Mayıs ve 9 Mayıs’ta olmak üzere üç celse hâlinde gerçekleşmiştir. Fakat mahkeme safahatı, Sabahattin Ali ile Atsız arasındaki tansiyonu düşürmeyecektir. Bilâkis, Atsız özelinde Türkçüler, Sabahattin Ali başta olmak üzere komünistlere karşı harekete geçeceklerdir. Öyle ki, ileride ismini herkesin duyacağı Osman Yüksel Serdengeçti ve beraberindeki birkaç Türkçü, karşılarında âniden beliren Sabahattin Ali’ye saldıracaklardır. Nejdet Sançar’ın da ifadesiyle “Türkçüleri fikirden hareket hâline geçirecek” olan mahkemenin sonucu, hâl ve gidişatın malûm olmasından ötürü kimseyi şaştırmayacaktır: Nihal Atsız, 6 ay hapis cezasına ve 66,60 lira tazminat ödemeye mahkûm olmuştur.
Mahkemenin “suçlu” olduğuna kanaat getirdiği Atsız, kısa süre içerisinde hapis cezasından beraat etmiştir. Bununla birlikte, Sabahattin Ali’ye karşı maddî tazminat ödemesi de kendisi için cari olan bir hükümdür. Atsız ile Sabahattin Ali kavgası, aynı zamanda bir “Türkçü-komünist” kavgasıdır. Savaş rüzgârının SSCB lehinde seyretmesi, CHP hükûmetinin de politikasını değiştirmiş ve “Türkçü-Turancı” kesim, ülkenin âli menfaatleri için büyük düşman olarak görülmeye başlamıştır. Tabiî, başta Maarif Vekili Hasan Âli Yücel gibi komünist şahsiyetler de, bu durumu kendileri için fırsat bilmiştir. Atsız-Sabahattin Ali Mücadelesi ile Türkçülerin 3 Mayıs 1944’te muhtelif bölgelerde harekete geçmeleri, komünistler için “bulunmaz nimet” olacaktır. Böylece, zikredilen hususları bahane ederek SSCB tehdidine atıflar yapan komünistler ile Türkçüleri dizginlemek isteyen CHP hükûmeti, müştereken hareket etmeye başlayacaktır. Sabahattin Ali ile Hüseyin Nihal Atsız arasındaki gerilim, artık, Türkçü-Turancı şahsiyetlerin yargılanmasına dönüşen bir sürecin başlangıcı hâline gelmiştir. Velhâsıl-ı kelâm; 3 Mayıs 1944, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Türkçü-Turancı şahsiyetlerin yargılanmasına giden sürecin habercisidir!