Atatürk
Atatürk

Sanatın Vatanı Olur Mu?

2021’deki ilk yazımı “Yeni Tanin” için yazarken, yeni yılın hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Katıldığım edebiyat sohbetlerinde birçok defa ifade edilen ve yazıma da başlık olan bu soruyu incelemek ve kendi düşüncelerimi aktarmak istedim. Evvela sorulan soruya net bir biçimde cevabımı vereyim; evet, sanatın vatanı olur. Şimdi de izahına girişeyim.

Alanım olan edebiyat üzerinden izah etmem gerekirse, yazarın kaleme aldığı edebi eser için bir dünya kurduğunu söyleyebiliriz. Her edebi eserde yazar bir dünya kurar ve bu dünyanın kurallarını da yine kendisi koyar. Bu kurulma ve yapılandırma işlemlerine başladığı çıkış noktası, yazarın kendisi olabilir. Bizzat kendisi olarak da anlayabiliriz bunu, empati yoluyla başka birini de anlayabiliriz. Nasıl olursa olsun, netice değişmez. Yazar, belli bir anlatı dünyası kurduktan sonra sözcükler arkadan gelir ve o özel dünyanın istediği sözcükler olurlar.[1] Bu sözcükler, yazarın ana dilinin sözcükleridir. Mensubu olduğu, ruhunda taşıdığı milletinin ana dili dersek belki daha doğru ifade etmiş oluruz. Gördüğümüz üzere sanatın içerisine daha ilk etapta dil dâhil olmuştur. Dil dediğimiz bir üst başlıktır esasında, burada şüphesiz ki yazarın milliyeti, devleti, kültürü, medeniyeti, inancı vb. kastedilir. Bu görüşe muhalefet etmek isteyenler, edebi eserler için “hayal ürünü” yakıştırması yapabiliyor. Hayal ile kurulan dünyada kullanılan dil için de sahte veya yanıltıcı bir dil olabiliri savunuyorlar. Elbette ki bazı edebi eserler özet tabirle birer hayal üründür. Bu olumsuz bir durum değildir. Tam da bu noktada Terry Eagleton’a kulak verelim: “Belki de edebiyat kurmaca veya ‘hayal ürünü’ oluşuna göre değil de dili kendine özgü biçimde kullanmasıyla tanımlanabiliyordur.”[2] Bir edebi eser hayal ürünü olsun yahut olmasın, mevzunun tam ortasında “dil” vardır. Bu dil yazarına ve milletine aittir. Ve unutulmasın ki Eagleton’un da dediği gibi tarafsız cümle imkânsızdır.[3]

Yine edebiyat üzerinden ifade etmeyi sürdürürsek eğer şu değerlendirmeyi de yapmamız gerekir. Yüzyıllardır sayısı binlerle belki milyonlarla ifade edilebilecek kadar edebi eser kaleme alınmıştır. Fakat çok azı zamanını aşmış ve geleceğe kalabilmiştir. Bu gelecek on yıl, elli yıl, yüz yıl sonrası değildir. Sınırsız bir gelecekten bahsettiğimiz iyi anlaşılmalıdır. Peki, bir eserin geleceğe kalabilmek için hangi aşamaları geçmesi gerekir? Evvela yazar, mensubu olduğu milletini, kültürünü ve günümüz tabiriyle kodlarını iyi bilmesi ve doğru ifade edebilmelidir. Bu koşulu gerçekleştirdiğinde eserinde anlattığı konu da anlam kazanacak, okuyanların inanmasını ve benimsemesini sağlayacaktır. Kültürünü, medeniyetini, ahlaki yapısını, gelenek göreneklerini, milletinin sosyal yapısını kendi dilini doğru kullanarak eserlerinde aktarabilen yazar, en büyük aşamayı tamamlamış oluyor. Sonrası ise kendiliğinden geliyor. Ulusal bir ölçüden uluslararası bir ölçüye geçiş yapılıyor. Uluslararası bir kabul görmenin neticesinde de dünya klasiği kavramı altında kendine yer ediniyor. Bir edebi eserin ilerlediği bu aşamaları diğer sanat dalları için de uyarlayabiliriz. 

Uluslararasılığın kavram olarak meydana çıkması ve anlam kazanabilmesi için ulusal farklılığının kabul edilmesi gerekir. Ulus/Ulusal kavramı olmazsa Uluslararası kavramı da olmaz. Farklılık, ayrım yapmayı sağlar. Aynılıktan sanat da doğmaz. Aynılık bir durgun sudur. Tepe ile dağı ayıran da bu farklılıktır. 

Aynı konuyu işleyen iki yazarın eserlerinde de farklılık vardır. Minimal düzeydeki bu farklılık; üslup farklılığıdır, kurgu farklılığıdır. Bu ölçü büyüdükçe farklılıkların isimleri de değişebiliyor. Çünkü yanına yenileri ekleniyor. Uluslararası sahada değerlendirilen eserlerin sadece konularına bakılmıyor, yazarın üslubuna ve kimliğine de bakılıyor. Öyle olmasaydı kitaplarda “Alman yazar, Türk yazar, Japon yazar” gibi ifadelerle karşılaşabilir miydik?  Düşüncemi destekler mahiyette William Zınsser’in şu sözünü buraya iliştiriyorum: “Dağınıklık Amerikan yazın dünyasının en ciddi hastalığıdır. Bir gereksiz kelimelerde, şatafatlı süslerde ve anlamsız jargon içinde boğulan bir toplumuz.”[4] Aynı yazarın bir başka ifadesi de şudur: “Kendinizi gösterirseniz konunuzun çekiciliği kendiliğinden artacaktır. Kendi kimliğinize ve fikirlerinize güvenin.”[5]

Görüldüğü üzere edebiyatta, büyük ölçekli düşünürsek sanatta vatan oluyor. Kimlik gizlenebilir bir şey değildir. Ancak inkâr yoluyla ondan uzaklaşılabilir. O da pek kabul gören bir davranış değildir. Bir İngiliz sanatçının, kimliğini inkâr ederek İngilizlikten uzaklaşması hoş karşılaşılan bir durum değildir. Ancak sanatçının, eserini kimliğinden bir adım öne çıkarması anlaşılabilir. Böyle olsa bile kimliği göz ardı edilmez, görünmez olamaz.

Yazının hazırlık sürecinde, üstat Peyami Safa’nın da bu hususta görüş belirttiğini gördüm. Diyor ki: “Amasya elmasının, Yafa portakalının, Brezilya kahvesinin bile, yetişmek için tabiattan istedikleri toprak ve iklim hususilikleri içinde birer vatanı olduğu halde, lisan gibi, tarih ve an’ane gibi yüzde yüz milli şartların mihrakı ortasından fırlayan sanatkâr, muhitine hiçbir tesir borçlu olmayan, köksüz ve topraksız bir semâvî tayf, sanat da yerini, yurdunu, ikametgâh teskeresini kaybetmiş, huduttan hududa sürülen bir serseri heyecan mıdır?”[6]  

Ve yine Safa diyor ki: “Milletlerarası bir kıymet olmak, sanatkârın içinden çıktığı milleti tarihten ve içinden çıktığı memleketi coğrafyadan silmez, bilâkis, şerefi kadar büyük bir sarahatle daha fazla göz önüne koyar.”[7]

Son söz:

Sanatın vatanı olur.

Vatansız hiçbir şey olmaz!


[1] Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları, Kırmızı Kedi Yay., İstanbul:Ekim 2014, s.23

[2] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Ayrıntı Yay., İstanbul:2014, s.16.

[3] Eagleton, a.g.e., s.28.

[4] William Zınsser, İyi Yazmak Üzerine, Altıkırkbeş Yay., Kadıköy: Eylül 2019, s.19.

[5] Zınsser, a.g.e., s.37.

[6] Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, Ötüken Neşriyat, İstanbul:Nisan 2012, s.34.

[7] Safa, a.g.e., ss.34-35.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz