Atatürk
Atatürk

Ermenistan Notları – 1: Türk’ün Kevork Ustayla İmtihanı

Yıl 2017, Ermenistan yolundayım. Bizler için bambaşka bir ülke. Hem o kadar yakın hem de bir hayli uzak… Kafamda çok farklı düşünceler mevcut. Acaba beni nasıl bir yolculuk bekliyor? Komşumuz Ermenistan ile ülkemiz arasında iki sınır kapısı var: “Akyaka” ve “Alican”. Ancak ikisi de işlemez durumda. Bunun sebebini komşumuzun birtakım hareketlerine bağlamak mümkün mü? -Bence mümkün. Hiç şüphesiz Türkiye’yi “soykırım” iddialarıyla itham eden bu komşumuz, Karabağ’da da işgalci olduğu için söz konusu sınır kapıları kapatılmıştı. Her ne kadar günümüz itibarıyla kadim Türk yurdu Karabağ’ın -en azından bir kısmı- işgalden kurtarılsa da Ermenistan, Türkiye’ye karşı iddialarını sürdürmekte. Fakat değişen bir şey var ki Paşinyan artık “Cebrayıl’a yol çekip, raks edemiyor”.

Gürcistan’dan kara yoluyla hareket etmeye devam ediyoruz. Ülke içinde bir süre seyahat ettikten sonra Sadakhlo sınır kapısına geldik. Öte yandan hemen kapıda vize alacağım için düşünüyorum: -Acaba Ermenistan ay- yıldızlı pasaportumu gördüğünde bana vize verecek mi? Hem neden vermesinler ki? Bir zamanlar Ermenistan nüfusunun büyük bir kısmı da ay-yıldızlı bayrağın altında yaşamıyor muydu? Ama yine de düşünüyorum, belki de geri çevirirler. Neyse sınır kapısında vize için müracaat ettim. Orada görevli subayla üç beş İngilizce kelam ettikten sonra herhangi bir sorunla karşılaşmadım. Şaşırdım açıkçası. Çünkü beklemiyordum. Hatta beş dolar tenzilata bile gittiler. Daha da şaşırdım.

Yola devam ediyorum. Hrazdan’a geldim. Burası Ermenistan’ın en büyük dördüncü şehri. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Döneminde ağır sanayiinin merkezlerinden bir tanesi olan bu şehir, kırsal bir bölge üzerine kurulu. Yanı başında büyük bir göl var. İsmi “Sevan”. Kafkasların en büyük gölü. Böyle telaffuz edince tanıyamayabilirsiniz belki. Dede Korkut kitabında ismi “Göyçe Teniz” yani “Gökçe Deniz” olarak geçiyor. (Şamil Cemşidov, Kitab-ı Dede Korkud, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990, s. 41- 43) Bir zamanlar Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ile Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti arasındaki sınırı teşkil ediyormuş burası. Ayrıca Gökçe Göl’ün doğusunda Türkler, Sevan Gölü’nün batısında da Ermeniler yaşarmış. Yani Türkler “Gökçe”, Ermeniler ise “Sevan” diye çağırırmış bu tabiat harikasını. Bugün yalnızca “Sevan” diye söyleniyor ya.

Hrazdan’ın merkezine uzak bir yere geldik. Bir köyün içerisindeyiz. Kapısında durduğum derme çatma tahta evlerden birinin ahalisi dışarıya çıktı. Merak ettiler tabii. Kimdir bu gelen? Gelen uzun yıllar önce birlikte yaşadığınız insanların torunlarından bir tanesiydi. Ama bende de onlarda da bir tedirginlik havası hâkim olduğu açıktı. Ben Rusça bilmiyorum. Onlarda da İngilizce konuşan yok. Zaten ahâlinin kahir ekseriyeti oldukça yaşlıydı. Çat pat anlaşmaya çalışıyoruz. Yaşlı bir amca, korkutucu bir yüz ifadesi takınarak sordu: “Nereden geldin?” İşte bunu anlamıştım. Türkiye demedim. İstanbul dedim. Belki bir çağrışım uyandırırdı onlarda. Eee İstanbul ne de olsa bir zamanlar başkentleri değil miydi? O an belki de Türkiye’den göçmüş bir Ermeni’ye denk geleceğimi düşünmüştüm. Köy ahâlisinin arasında Haykuş nine vardı mesela. Çok yaşlıydı. Üç dört tane de küçük kız torunu vardı yanında. Zannedersin Anadolu’da bir köye gelmişim. Hemen bahçelerindeki tahtadan yapılma sedire buyur ettiler. Ayak üstü kahve yaptılar. Türk kahvesine benziyordu ama burada da “Türk” kahvesi olacak değildi ya. Bahçesinden hiç tanımadığı birine büyük bir ay çiçeği kesip verdi Haykuş nine. Ben de sırt çantamdaki iki paket çikolatayı torunlarına takdim ettim.

demirbulak camii 2 Ermenistan Notları - 1: Türk’ün Kevork Ustayla İmtihanı
Demirbulak Mahalle Camii. İrevan’da bir zamanlar Türklerin yaşadığı Demirbulak mahallesinde yer alan camii, bugünkü Vardanats sokağında yer alıyordu.

Köyden ayrıldım. Hrazdan’ın köylerinden uzakta bir seradayım şimdi. Orta yaşlı bir amca on beş yirmi dakika kadar uzaktan uzaktan izledi. Çekindi herhalde ama en sonunda yanıma geldi. Çok düzgün bir İstanbul Türkçesiyle; “Merhaba hoş geldiniz” dedi. Hemen anladım. Eski bir tanıdığa denk gelmiştim. Bu bizim uçsuz bucaksız imparatorluğumuzun çocuklarından bir tanesiydi. “Hoş bulduk Ağabey” diye cevap verdim. Sohbetimize Türkçe devam ettik. Ermenistan’ın uzak şehirlerinden birinde Ermeni bir ustayla Türkçe konuşuyordum. Allah Allah! Olacak iş değildi ki… Hoş beş faslından sonra Kevork Ağabey’e “nerelisin” diye sordum. “Buralıyım, Hrazdan’dan” dedi. Ben itiraz ettim. “Öyle değil Türkiye’nin neresinden?” dedim. “He tabii ya, Sivaslıyım aslen” dedi. “Ağabey, tehcirden sonra nereye gitmişsiniz” diye sorularıma devam ettim. “Bizimkiler Sivas’tan Halep’e oradan da buraya gelip yerleşmişler” dedi. “Kevork Ağabey maşallah yahu Türkçeyi çok güzel konuşuyorsun dedim”. Güldü, teşekkür etti ve ekledi “Benim annem babam evde hep Türkçe konuşurlardı”. Çok garip hissettim. Sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Döndü dolaştı konu başka yerlere geldi.

Bana şunları söyledi Kevork Usta: “Kardeş, bizi kötü bellemeyin. Bizim bir suçumuz yok. Bütün bu olanlar politik. Ne ettiyse başımızdakiler etti. Biz hiçbir sorunumuz olmadan yüzlerce yıl birlikte yaşadık. Anadolu’da binlerce Ermeni vardı. Şimdi kimse kalmadı”. Doğru diyordu ama Anadolu’daki Ermeni çetelerinin katliamları gözümün önüne geldi. Düşündüm, itiraz edecek gibi oldum. Ama Kevork Usta’nın bir suçu günahı yoktu ki. Diasporanın Türk düşmanlığından ya da Taşnak çetelerinin yaptıklarından dolayı Kevork Usta’yı suçlamak ne derece doğru olurdu? Hayır, olmazdı. Türkiye’yi hiç görmemişti belki ama o da bir zamanlar babası, anası, atası bizimle yaşamız “millet-i sadıka”dan biriydi işte. Sonra devam etti; “Türkiye’de Ermeniler olduğu gibi bir zamanlar bizim ülkemizde de Türkler yaşardı. Nereye gitti onlar? Kimse kalmadı şimdi…”. “Haklısın Kevork Usta” dedim ona. “Seninle tanışmak güzeldi” diye ekledim. O da “sağ ol kardeş, ben de çok memnun oldum” dedi. El sıkışarak ayrıldık. İster istemez ciddi anlamda hüzünlenmiştim. Daha sonra seranın sahibi Khaçadur Bey ile tanıştık. Bize oldukça yakın davrandı. Analayacağınız sohbetimiz koyuydu. Hatta bir ara şehir merkezi ve göl kenarına gitmek istediğimi söyleyince jipinin anahtarlarını verdi. “Gelmişken gezin. Bir daha böyle bir fırsat elinize geçmez, akşama doğru da geri gelirsin” dedi. Oldukça nazikti. Ama yalnızca teşekkür etmekle yetindim. Serada çalışanlar öğlen yemeklerini benimle paylaştılar. Teşekkür ederek ben de onlara yiyecek bir şeyler verdim.   

Gökçe Göl’ü -ya da Sevan- gezmek istedim. Bir taksi çağırdık. Taksici geldi, sıkı bir pazarlık safhasından sonra anlaştık. Göle doğru yola koyulduk. İngilizce sohbet etmeye başladık. Taksicinin ismi Artak’tı. Arabesk müziğe ilgisi olduğunu söyledi. Türkiye’den de bazı sanatçıları tanıyormuş. Tabii haliyle konuşabileceklerimiz oldukça sınırlı. Benim de aklıma bir Ermeni halk müziği sanatçısı geldi: Mariam Matossian. Bugün Kanada’da yaşıyor. Kadife bir sesi var. Daha önce seslendirdiği birkaç türküyü dinlemiştim. Bir tanesinin ismi “Garke Zis”. Bu türküyü çok sevmiştim nedense. Anlamını bile bilmiyordum oysa. Hatta ne dediği hakkında hiçbir fikrim dahi yoktu. Belki de bu türküde birkaç tanıdık kelime duymak sıcak gelmişti bana: “Can oy can oy can oy can. Oy oy oy oy oy nergis…” Artak ile sohbetimize devam ediyoruz. “Sosyal medyan var mı?” diye sordu. Yok dedim. Çünkü kapak fotoğrafımda Karabağ’da işgalci Ermenistan ordusuna karşı savaşan Azerbaycan askerlerinin fotoğrafları vardı. En nihayetinde Ermenistan devleti Karabağ’da işgalciydi. Unutmadan söyleyeyim gölün oraya geldiğimde çok eski bir kilise vardı. Orayı merak ettiğim için ziyaret ettim. Çarşı pazar da biraz gezindikten sonra göle girdim. Ağustos ayındaydık ve su çok güzeldi. Ee ne de olsa Dede Korkut hikâyelerine dahi konu olmuştu. Ayrıca burada çok sayıda İranlı ve Rus turist gördüm. Gün batımını keyifle izlemeye koyuldum. Daha sonra gölün kenarında balık yerken menüyü elime aldığımda “Ararat” isminde alkollü bir içecek gördüm. Şüphesiz Ağrı Dağı’nı “Ararat” olarak anan Ermeniler burada hak iddia ediyorlardı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam “Kilikya” isimli bir içecekleri daha vardı. 

Ermenistan seyahatinin bana öğrettiği çok şey oldu. Ciddi anlamda ön yargılarla gittiğim bu ülkede başımdan geçen olaylar oldukça ilginçti. Kırsal da gördüğüm eski Sovyet tipi Kamaz marka kamyonlar, tezek yakıp ısınan köy ahâlisi, asfaltsız toprak yollar yani anlayacağınız fakirlik diz boyuydu. Bir zamanlar “Revan” diye andığımız (Mustafa Aydın, “Revab”, TDVİA, Cilt: 35, İstanbul, 2008, s. 26- 29) Ermenistan’ın başkenti Erivan’dan geçerken bambaşka bir şehirle karşılaştım. Kafanızı kaldırıp baktığınız da Ağrı Dağı bütün ihtişamıyla karşınızdaydı. Başkent diğer şehirlere göre daha güzel görünüyordu. Ancak Erivan’da gezme imkânım olmadı. Zaten Hrazdan’da gezdiğim kadar rahat gezebilir miydim? Bilmiyorum. Artık Türkiye’ye geri dönmek durumundaydım. Şunu anlamıştım. Ermenistan’ı ciddi anlamda Türk düşmanlığına sevk eden ağırlıklı olarak diasporaydı. Aksi takdirde fakir Ermeni köylüleri ekonomik anlamda büyük çöküntülerle karşı karşıya kalabilirlerdi. Ermenistan devleti için böyle olmak zorundaydı. Bir an aklıma Kevork Usta’nın söyledikleri geldi. Kevork’un, Haykuş’un ve köylülerin bunda hiçbir suçu yoktu. Ancak karşılıklı acılarla ölümlerin yaşandığı ve Ziya Gökalp’in tabiriyle bir “mukatele”nin olduğu gerçeğini de değiştiremeyiz. Anladım ki Ermenistan devleti “soykırım” iddialarına sarılmazsa ve Türk düşmanlığından beslenmezse “buğdaysız” kalacaktı. Tıpkı 1991’de bağımsızlığını ilân eden Ermenistan’a Rus yardımı kesilince kış ortasında buğdaysız kaldığı gibi… Yeri gelmişken söyleyeyim bir sonraki yazı da buğday hikâyesini anlatırız.     

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz