Atatürk
Atatürk

Devlete Dair – 1 – Neden Devleti Konuşmalıyız?

1- Neden Devleti Konuşmalıyız?

Devlet, insanlığın asırlardır ne olduğunu tam anlamıyla çözümleyemediği devasa organizasyon…

Duyularımızdan ne kadar uzaksa hayatımıza o kadar dokunan ve bu sebeple en karanlık gizemleri içerisinde barındıran “babaların babası”…

Devlet kavramının derinliklerinde barındırdığı bu gizem, beni uzun süredir bu zorlu kavram üzerine düşünmeye zorluyor. Bir taraftan soyut gibi görünürken bilfiil hayatımızın içerisinde, çoğu zaman da merkezinde bazen bizi rahatsız eden bazen de ferahlık veren bu kocaman varlığı analitik biçimde masaya yatırmak zorundayız. Bu yazıyla beraber başlayan yazı dizisini bu amaç doğrultusunda sizlere sunmak niyetindeyim.

Her ideolojik hareketin üzerinde tepindiği, neredeyse her şeyin merkezinde duran bu kavramı ele almak istiyorum. Geleneksel olarak Türkiye’deki bütün düşünce hareketlerinin düşünce tarzının ‘’devlet merkezli’’ olduğunu iddia etmek, zannederim abesle iştigal olmayacaktır. Er ya da geç, her biri sırtını devlete yaslayarak ‘’devleti ele geçirmek’’ güdüsüyle hareket etmektedir ki bu siyasi tarihimizle de uyumluluk arz eder. Türkiye’de devletin dışında neredeyse başka bir güç oluşamamıştır. Senelerce merkezi güçlü devleti tesis edebilmiş bir imparatorluğun bakiyesi olmanın getirdiği bir problem olsa gerek. Türkiye’de devletin dışında sermaye grubu, siyasi hareket, akademik ekol vs. bulamayız. Hangisini kazısanız, arkasından devlet çıkacaktır. Devlete sırtını dayamamış bir zengin, devleti arkasına almamış bir siyasi hareket, devlete yanaşmamış bir akademik ekol bulmak çok güçtür. Her şeyin devlet olduğu bir yerde, elbette devlet olmayan bir yapı bulamazdık.

Türkiye’de hala bile “devlete kapağı atmak” tabiri olduğu gibi canlı yaşamaktadır. Atama bekleyen öğretmenler, polis-bekçi olmaya çalışan binlerce genç, devlet garantisi peşinde hekim olmak isteyen binlerce zeki insan vs. elbette Türkiye’deki devlet gerçeğinden azade tercihler yapamazlardı. Özetle, siyasi hareketlerin devleti ele geçirme hevesi ile bireylerin devlete kapağı atma gayesi arasında apaçık bir paralellik var. Bizim memleketimizde devleti bir şekilde elde eden âbâd olur, uzağında kalan yalan olur. Devlet, güç sahibi olmanın yegane yoludur.

Devlet, en iyi haliyle hukukun (kimin hukuku sorusu başka bir konu) uygulayıcısı ve meşru şiddet tekeli konumunda olduğu için güç onun elindedir. Bu gücü ise ancak ve ancak örgütlü toplum dengeler. Devletin karşısında olmak, bizi anarşizme götürmek zorunda değil. Devletin varlığı ile bir problemim yok, aklı başında kimsenin de olamaz zaten. Anarşizm savunusu yapan birinin bir kaç isabetli sorunun sonunda çözülmesi muhtemeldir. Devletin düşmanı da değilim. Düşmanlık doğru bir kelime olmayacaktır, çünkü düşmanlık anca muadiline edilir. Ben, devletin muadili değilim, devletin yerini dolduramam. Ben Türk milletinin mensubu bir bireyim, kanlı canlı bir toplumun mensubuyum. Ben, benim çıkarımı düşünmeyen devletin karşısındayım, devletin varlığıyla değil, biçimiyle ve işleyişi ile problemim var. Peki ‘’devletin karşısında olmak’’ ne demek?

Devletin karşısında olmak, devletin toplumun çıkarlarının aksine hareket ediyor olmasına itiraz etmek demek. Devleti kutsal baba gibi görürseniz, ona olan itirazınız sönümlenir ve boşa düşer. Zorunlu olarak pragmatizmin kucağına düşersiniz, bütün modernleşme tarihimizde bütün ideolojilerin düştüğü gibi.

Devlet ile toplumun çıkarları çoğu zaman çatışır. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu Maddenin Korunumu Kanunundan hareketle ‘’Hürriyetlerin Korunumu Kanunu’’ diye tabir ettiği hadiseyi kendi kelimelerinden okuyalım: ‘’topyekûn Sosyal Dünya’da ve/ya kapalı ve izole bir sosyal sistemde mevcut toplam hürriyet miktarı sâbittir; ne yaratılabilir ve ne de yok edilebilir; sâdece bir yerden diğer bir yere transfer edilebilir’’ Bu transfer, devlet ile toplumun arasındadır. Bu yazı dizisinin büyük bir bölümü bu mübadelenin varlık sebebini ve nasıl olması gerektiğini sorgulayacak.. Bütün siyasal hareketler için, toplumun güçsüzlüğünü fırsat bilerek topluma özgürlük alanı bırakmayan ve gücü tekelleştiren devletin karşısında toplumun hürriyet taleplerini dile getirmek birincil görev olmak zorundadır. Devlet toplum karşısında gücü konsantre etmiş ve dahi toplumsal talepler devletin azgınlaşmasına ve yok edici bir güce dönüşmesini engelleyecek kadar kuvvetli dile getirilemiyorsa, burada ele alınması gereken ciddi bir problem demektir.

neden devlet Devlete Dair - 1 - Neden Devleti Konuşmalıyız?

Bu meseleyi stratejik bir ilişki olarak ele almak gerekir. Devletin karşısında onun doğal gücünü dizginleyecek bir toplumsal organizasyon yoksa, devlet özgürlük alanını sonuna kadar genişletir. Devleti yönetenlerden ahlak, şefkat, vicdan vs. beklemek hiçbir yaraya merhem olmaz. Burada o meşhur devlet-hükümet ayrımına da itirazım var. Böyle bir ayrımı kabul etmiyorum. Hükümet, devleti yönetenlerdir, bir başka deyişle devletin o ezeli varlığının şimdiki zamanda çekilmiş halidir. Bu ayrım, devleti bugün yaptıklarından azade kılmaktadır ve ister istemez devleti kutsallaştırma temayülü taşımaktadır.

Devlete karşı toplumu savunmak… Stratejik ilişki demiştik: Eğer devletin karşısında güçlü-organize bir toplum yoksa, orada hürriyetten bahsedemeyiz. Hatta daha da ileri giderek, orada güçlü devletten de bahsedemeyiz. Bunu rekabet üzerinden düşünebiliriz. Eğer etrafınızda en az sizin kadar iyiler varsa, daha iyi olmak zorundasınızdır. Devletin gücünü ne ile değerlendireceğiz? Benim kafamdaki cevap, hukuku uygulayabilme becerisi. Türkiye’de devlet her yerde iken, nasıl oluyor da hiçbir kuralı uygulayamıyor? Bu sorunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yazı dizisini de bu soruya bir cevap girişimi olarak görebiliriz. Bana bu bir sohbette sorulmuş olsa, kısaca şöyle derdim: Bizde devlet, toplumun sinesinden çıkmış bir organizasyon olarak değil, toplumu köleleştirmiş bir yapı olarak varlığını sürdürür. Bizde devlet toplumun sinesinden çıkmış bir organizasyon olmadığı için, her kanun ancak toplumun etrafından dolaşması gereken bir kural olarak var olabilir. Kaynağını toplumun vicdanından almayan hiçbir kanun, cebir ve şiddetle dahi uygulanamaz, bu sebeple de böyle bir devlet güçlü olamaz.

Devleti kutsallaştıran anlayışımız, düşünce ile kurduğumuz ilişkiyi de olumsuz etkilemiştir. Türk düşünce hayatı, pragmatik, pratik ve toplumun yerine devletin çıkarlarını önceleyen bir hal kazanmıştır. Hakikat arayışı iddiası ile çıkılan yollar, pratik faydaya hizmet eden bir takım yalanlara dönüşmüştür. Hakikat bile eğilip bükülerek devletin çıkarlarının karşısında boyun eğdirilmiştir.

Bir diğer taraftan devletin her ne olursa olsun yanında yer alan siyasi oluşumlar merkezileşmeye, iddiasını kaybetmeye, mensuplarının coşkudan azade saf bir bağlılık duygusuyla destek verdiği ancak başkasını kendi inandığı değerlere ve düşünce sistemine davet etmeye çekindiği bir yapıya dönüşmesi kaçınılmazdır.

Bütün bu patolojik durumun arkasında, meseleyi kuramsal / düşünsel açıdan ele almak yerine, tarihe saplanıp kalmaktan doğan zihinsel bir örtü olduğunu düşünüyorum. Türk düşünce hayatını tarihe mahkum ettiğimiz için, meseleleri analitik, eleştirel ve kuramsal bir biçimde ele alma yetisinden yoksun kalıyoruz. Bu yazı dizisi, temelde böyle bir tartışma girişimi olarak ele alınabilir zira esas gayem budur.

Milletin çıkarının üzerinde çıkar tanımıyorum. Türk milletinin çıkarını, özgürlüğünü gasp eden Türk Devleti olsa bile. O sebeple Twitter’da da sürekli yazdığım gibi ‘’Toplumun refahını düşünmeyen devlete karşı Köroğlu olmak boynumuzun borcudur.’’

neden devlet 2 Devlete Dair - 1 - Neden Devleti Konuşmalıyız?

Bu yazı dizisinde siyaset felsefesinde önemli bir yer teşkil eden toplum sözleşmesi fikri ile iktisattaki oyun teorisi bakışının hem düşünsel hem de tarihi bağlantıları bulunmaktadır. Ben de toplum sözleşmesine oyun teorisinin sunduğu enstrümanlarla kendi bakışımı sunmaya çalışacağım. Bunu ilk yapan elbette ben değilim fakat bu iki alanın kesişiminde kendi zihnimde oluşanları size aktarmak niyetindeyim. Felsefe tarihine dair itiraz ve/ya düzeltmeleriniz olursa, çok sevinirim, zira o alanın amatörüyüm. Amacım felsefe tarihi anlatmak değil, sadece analiz edilecek meseleyi yerli yerine koymak adına felsefe tarihine minimal düzeyde başvuracağım. Oyun teorisinde uzmanlaşmaya çalışan bir iktisatçı olarak, elimdeki enstrümanlarla önemli bulduğum bir meseleyi değerlendirmek istiyorum.

Bu yazı dizisi tahminim 8–10 yazı arasında bu yazıya benzer uzunluklarda yazılardan oluşacaktır, en geç haftada bir bir yazıyı paylaşmak ve yavaş yavaş ilerlemek istiyorum. Şöyle bir yol izlemeyi planlıyorum: Önce, siyaset felsefesi literatüründe toplum sözleşmesi olarak isimlendirilen bakıştan ulaşmak istediğim sonuçları besleyebileceğini düşündüğüm tartışmaları aktarmaya çalışacağım. Buradan hareketle, toplum sözleşmesine dair önemsediğim tartışmaları kendi yorumumla aktardıktan sonra, bu düşünceleri oyun teorisi vasıtasıyla tekrar sorgulamaya ve iktisatçılar için önemsiz ama benim ve siz okuyucular için önemli olacağını düşündüğüm konuları değerlendirmeye çalışacağım.

Toplum sözleşmesinin temel tartışmalarını sunduktan sonra, devletin hangi problemi nasıl çözdüğünü ve bu çözümün hangi şartlarda ne gibi maliyetler üretebileceğini tartışacağım. Bu kısımda, devletin varlık sebebi, devletin hangi durumlarda topluma hizmet eden bir aygıt olduğu ve hangi durumlarda varlık sebebini yok edecek seviyede canavarlaştığını analiz edeceğim. Ardından, oyun teorisindeki dinamik oyunların analiz kabiliyetine başvurmak suretiyle devleti üçüncü parti ceza uygulayıcısı yerine toplumun içinden çıkan kooperasyonun organize olmuş hali olarak ele alacağım. Buradan hareketle saf bir ceza uygulayıcısı olarak devlet ile bir kooperasyon olarak devlet ayrımını tartışacağım. Oyun teorik analizimizin ardından ortaya çıkan sonuçların ışığında, devleti kooperasyon olarak ele almak ile millet olma fikrini ve milliyetçiliğin bu konudaki rolünü tartışacağım. Bir diğer taraftan da, devlet ile toplum arasındaki denge mekanizmasının nasıl olması gerektiğine düşüncelerimi sunacağım. Sözünü verdiğim yazı dizisine ilişkin gidişatın bozulmayacağının garantisini verebilirim fakat yazı dizisi ilerledikçe açılan kapılardan girebiliriz. Felsefe ve oyun teorisinin yabancısı olanlar için zorlu alanlar gibi görünebilir fakat ben elimden geldiğince meseleyi teknik işlere boğmadan ve teker teker izah ederek ele almaya çalışacağım.

Takipte kalın. Zira devlet, dizginlenmesi gereken koca bir yaratıktır.

Bu yazı dizisi Gökay Aytekin‘in kişisel bloğunda ilk olarak yer almıştır.

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz