Üniversite yıllarımda İBDA-C destekçisi olduğunu bildiğim bir arkadaş, “Siyasal İslamcılığa” reddiyelerimi sıraladığım sırada bana Seyyid Kutup okumamı salık vermişti. Ardından Üsküdar’da müdavimi olduğum bir sahafta “İslam Toplumuna Doğru” kitabının eski bir nüshasına denk gelmiş (iyi de para verip) almıştım. Kitapta Seyyid Kutup’un sosyal sahada ümmet kavramının nasıl bağlayıcı olabileceğini tahlil ettiğini hatırlıyorum. Yine kitaptaki izlenimim inanmak ve bilmek kavramlarının farkını anlamama sebep olmuştu. Çünkü Kutup, kesin inanıyordu. Eric Hoffer’in bahsettiği diğer tüm Kesin İnançlılar gibi…
Türkiye’de yaşanan kavramsal kargaşanın en güzel örneklerindendir muhafazakârlık. Yani Kubbealtı Lugatı ifadesiyle; “millî, mânevî değerleri, âdet ve gelenekleri korumaya, olduğu gibi yaşatmaya çalışma durumu” ya da “tutuculuk, taassup.” Evet, muhafazakârlık “ne” olduğu sorusuna kendi içinde tutarlı bir yanıt veriyor gibi duruyor. Fakat “neye” sorusu pek bir cevapsız kalıyor. Aylık iaşesini bankadaki mevduatının faizinden kazanan tutucudan, modernitenin sunduğu tüm imkanların iliğini kemiğini sömüren muhafazakara kadar her türden mutaassıp görmek mümkün. E haliyle normal insanlar, tutucu insanlardan benzer reaksiyonlar görmeyi bekliyor. Mesela 17’inci yüzyıldan beridir inançları gereği televizyon, telefon ve elektrik kullanmayan ABD’de mukim “Amişler” tarikatı gibi… Fakat işin içyüzünde “bizim” muhafazakârların açmazı da bu işte, marjinallik!
Bu yeniliğe kapalılık ve tutuculuk hali İslam tarihinde yaşamış birini çağrıştırıyor. Kim mi? Bir düşünelim… Yenilikçi, çağdaş, müspet İslam’ın karşısında duran biri… Mürteci, mürted ve muğlak bir tutucu: Ebu Cehil… Dur bakalım hemşehrim! Sen nasıl muhafazakarlara Ebu Cehil dersin? diyenler olacaktır. Olsun, bal gibi de öyle. İnsanları alıp satamazsın, kadınlara malın gibi davranamazsın, kimsenin mülkiyetine çökemezsin, hukuksuzlukla çıkarlarını koruyamazsın gibi birçok telkine karşı, “Hayır efendim! Onlar bizim adetlerimiz! Ne yani? Sen geleneklere mi karşı geliyorsun?” gibi karşılıklarla cehaletine kurduğu gelenek barikatlarıyla tipik bir ‘mutassıp’…
Hipster mi? Softa mı?
Üsküdar’dan bahis açtık, oradan devam edelim. Yeşil sermayenin tüm haşyetiyle kollarını kanatlarını açtığı güzide bir ilçemiz Üsküdar. Burada hipster müridlerin, Samandıra’da mukim bir bacımızla “Americano” höpürdetmeleri eşliğinde yaptıkları kuru duyabilir ya da sağınıza solunuza bakacak kadar gafilseniz adı Vaveyla, Mihrimah -ya da her ne zıkkımsa- bol şapkalı sessiz harflerle oluşan kafeteryaları görebilirsiniz. Peki bu deri tabakasından çıkardığı tel tel tütünleri, incelikle kağıda saran arkadaşlar Hipster mi? Softa mı? Bu her bakımdan marjinal arkadaşa, tutucu, mutaassıp ya da her ne haltsa onu isnat edebilir miyiz? Rezidanstaki evinden aşağı sofra çırpanlar gibi…
Dava adamlarını özlüyor insan. Hani şu karikatürize tipleri. Pos bıyıklı, yeşil parkalı, yağlı saçlı solcuları mesela. Ya da hilal bıyıklı, kötü kesilmiş saçlarına sürdüğü jölesi ve siyah kabanıyla bir ülkücüyü. Bir tarikat ehlini; uzunca sakalları, beyaz sarığı, genç yaşına rağmen eline aldığı asası ile örneğin. Tükeneni yani… Artık kalmayanı. Mabel Matiz kılıklı bir İslamcıya, taytlı bir ülkücüye, parfüm kokan bir komüniste tahammülümüz kalmadı. Fakat bu saydığım siyasi portreler içinde – her ne hikmetse – en az tesir etmesi gereken marjinallik, en çok onlarda görülüyor. Kendiniz gibi olsanıza kardeşim! Neden üstünüze Türkmen halısı giyip geziyorsunuz?
Postmodernite Hepimizi Kanser Ediyormuş
O güzel makine dişlileri, moderniteyi de alıp gittiler anlayacağınız…
Çok sevdiğim bir dostumla sohbetimiz sırasında yenilenebilir enerjiden bahis açıldı. Biraz da tersleyerek, “Yahu kardeşim” dedi, “Üçüncü dünya ülkesiyiz. Ne yenilebilir enerjisi? Sence bu hassasiyetler, mevcut ekonomik koşullarda şımarıklık değil mi? Bunu mu dert edelim şimdi? Bize odun lazım, kömür lazım. Makine yağı, fabrika dumanı lazım…”
Ee azizim lazım da; kanser oluruz, nefessiz kalırız, küresel ısınma bizi çok terletmesin?! Halbuki bizi kanser eden şey fabrika dumanı, mekanik sesler ya da 12 numara alyan değil. Bizi kanser eden şey postmodernite ve onunla birlikte gelen zorlama hassasiyetler. Kaslı ve kamuflajlı adamların kahramanlık hikâyelerini anlattığı sırada, Netflix’in en anlamsız yerde eşcinsel sahneleri çat diye suratımıza çarpması mesela… Bu daha çok kanser ediyor gibi hepimizi. Ne dersiniz?
Böyle Ülfete Hayret!
Akit yazarı Abdurrahman Dilipak sosyal medya hesaplarından bir görüntü paylaşmıştı bir zaman. Görüntü şu; bir grup “tesettürlü” hanımefendi alkolsüz şampanyayla İstanbul Boğazı’nda bir yatta bekârlığa veda partisi yapıyor. Ama öyle bir keyiflenmişler, kendilerinden öyle geçmişler ki; Amerika’nın Beverly Hills sosyetesi onların yanında halt etmiş. Aman yarabbi! Bir grup mütedeyyin insan, bekarlığa veda partisi yapıyor! Şampanya ile! Eğlenceye bakınız! Böyle ülfete hayret ediyor insan…
Hülasa sevgili okur; hangi meşrepten, camiadan, gelenekten olursanız olun, ne olur kendiniz olun. Özellikle muhafazakarlık iddiasında iseniz… Çünkü bu iddianın diğerlerinden çok önemli bir farkı var. Sizler kendinizi ya da beşeri bir görüşü temsil etmiyorsunuz. Temsil ettiğinizi iddia ettiğiniz şey; 1.5 milyar insanın kutsalı olan ulvi ve uhrevi bir inanç mekanizması… Tüm güzel işleriniz ona yazılacaktır; çirkin işlerinizin, fenalık ve azgınlığınızın ona yazıldığı gibi.
Türkiye halen, temel sanayi ve üretim ve makina imalatı sorununu çözmemiştir. kilim desenli ceket le çözemeyiz