16. yüzyılın sonuna yaklaşılırken, “bütün bir Avrasya coğrafyasında birbiriyle rekabet edebilecek kapasitede altı temel siyasi birim mevcuttu. Bunlar, Doğu’dan Batı’ya doğru Japonya’daki Tokugawa Şogunluğu, Çin’deki Ming İmparatorluğu, Hindistan’daki Babürlüler Devleti, İran’daki Safeviler Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve nihayet birbiriyle çatışma halindeki farklı siyasal yapılardan oluşmasına karşın, çoğu zaman birlikte hareket etme becerisini gösteren Avrupa Devletleri’den ibaretti. Bu siyasi birimler arasında en güçlü olanlar, muhtemeldir ki Avrupa Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu’ydu ve birbirlerine komşu olan bu iki farklı sistem (iki farklı “dünya” ve iki farklı “uygarlık”, askeri, siyasi, iktisadi ve dini yönlerden birbirlerinin hasmı durumunda bulundukları için sürekli olarak savaş halindeydiler. Elbette, bu savaşta taraflar, kendilerini rakipleri karşısında üstün kılacak her türlü çareye başvurmuşlar ve özellikle de savaş gücünü arttırmak için uygarlıklarının sağladığı bütün imkânlardan (ve bu arada kendi bilim ve teknolojilerinden de) azami ölçüde istifade etmeye çalışmışlardır. Ancak iki asır içinde, yani 17. ve 18. asırlar boyunca taraflardan birisi, (yeni yeni palazlanan Rus Çarlığı’nın desteğini de alarak) diğerini yenmeyi ve bir rakip olmaktan çıkarmayı [1]” başarmıştır.
16. ve 17. Asırlarda yaşanan Bilimsel Devrim, buhar makinasının 18. asrın ikinci yarısından sonra yapılması, 1785 yılından sonra piyasaya girmesi ve 1820 yılından sonra da yaygınlaşmasıyla enerji tedariğinde büyük bir dönüşüm yaşanmıştır. Enerji kaynağı olarak kömürün buhar makinası aracılığıyla elde edilmesi ve taşınması gerçekleştirilmiştir. Ardından da metalürji, dokumacılık gibi sanayii alanlarında kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla kömür, sanayi medeniyetinin oluşmasında ve yayılmasında stratejik bir faktör haline geldi. Enerji arzının yıllar içindeki artışı yanında iktisadi büyümeyi sürüklemiştir. İktisadi büyüme de eğitim ve bilimsel araştırmayı daha kolay bir noktaya taşımıştır ve her bir etken sonuçta yeni enerji kaynaklarının keşfine katkıda bulunmuştur[2]. Benzer bir biçimde yeni enerji kaynağı askeri alandaki teknik ve teknolojik dönüşümü de beslemiştir. Bu noktada Batı Avrupa’da yaşanan bütün dönüşümler, Darvinizm’in bir ahlak felsefesi oluşuyla birlikte dünyaya yayılmaya başlamıştır. Sömürgecilik faaliyetleri için dünyanın farklı bölgelerine giden Avrupalılar, farklı toplumları “medenileştirme misyonuna” dayanarak hareket etmekteydi.
Siyasal bakımdan güçlenen, ulus devlet formuna giren Batı Avrupa kendini “birinci dünya” yahut “dünyanın merkezi” şeklinde görmekteydi. Medenileştirme misyonu çerçevesinde askeri gücünü, şirketleriyle desteklemekte ve kendinden farklı toplumları gerikalmış, gelişmemiş değerlendirmesine tabi tutuyordu. Bunlardan dolayı farklı toplumlarda meydana gelen utanç, aşağılanma duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmak ve aşmak sosyal dünyanın tarihi yolculuğunda farklı toplumların insanlığa katkılarını görmeyi bir ihtiyaç olarak doğurmaktadır. Bu bağlamda, öncelikle Avrupa-merkezlik ne demek, anlaşılmalıdır ve bu bakış açısının içinde barındırdığı sorunlar tespit edilmelidir.
Hobson’a göre “pek çoğumuz doğal olarak Doğu ile Batı’yı her zaman ayrı ve farklı oluşumlar gibi düşünürüz. Aynı zamanda genellikle özerk ve eski Batı’nın modern dünyanın oluşturulmasına önderlik ettiğine inanırız; en azından çoğumuz okullarda, belki üniversitede bunları öğreniriz. Hepimiz eski Batı’nın 1492 dolaylarında (Kristof Kolomb’u düşünün) dünyanın zirvesinde, eşsiz bilimsel rasyonalitesi, kabul edilebilir aceleciliği ve demokratik / ilerici özellikleri sayesinde ortaya çıktığını düşünürüz. Böyle olunca da geleneksel bakış açısı, Avrupalıların bir yandan Doğu’yu ve Uzakdoğu’yu fethettiği, aynı anda tüm dünyanın bozulma ve acıdan kurtarılıp Modernitenin parlak ışığına ulaştırıldığı kapitalizmin izlerine teslim olduğu yolundadır. Buna göre, dünya tarihinin ilerlemeci hikayesini Batı’nın Yükselişi ve Zaferi’yle birleştirmek çoğumuz için doğaldır. Bu geleneksel görüş Avrupamerkezci olarak adlandırılabilir. Bunun temelinde Batı’nın hem geçmişte hem de şu anda ilerlemeci dünya tarihinin merkezini işgal etmeyi hak ettiği düşüncesi yatıyor. Peki gerçekten böyle mi?[3]”
Amin’e göre Avrupa merkezcilik “farklı halkların birbirine indirgenmesi olanaksız tarihsel gelişimlerini biçimlendiren kültürel değişmezler bulunduğuna inanır… Batılıların başkalarına ilişkin önyargılarının, yanılmalarının ve bilgisizliklerinin toplamı değildir… Dolayısıyla Avrupa merkezcilik, gezegenimizde yaşayan hiçbir halkın tam anlamıyla kurtulamadığı sınırlı bakış açısına tanıklık eden sıradan bir kavim merkezcilik (ethnocentrisme) değildir[4]”. Bilimsel bilginin sosyal olarak kurulduğunu varsayarak eserine başlayan Lughod yeni bakış açılarının paradigmalarda devrimlere yol açabileceğini belirtmektedir. Ardından da yeni bakış açısının sağlayan bir hususun da “Batılı olmayan bilim insanlarının tarihin ve sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında yaptığı revizyonist çalışmalar[5]” olduğunu eklemektedir. Diğer taraftan; yine Lughod tarafından mağdur olan ve mağdur edilen dairesinde “sözde Üçüncü Dünya’nın her yerinde etno-merkezci Batı biliminin genel geçer bilgileri, kendi tarihlerine baktıklarında geleneğin istikrarı yerine ortojenik değişimin dinamiklerini, çoğu Batılı çalışmada düşüncesizce kabul edilmiş bir görüş olan Batıya kıyasla ger kalmışlık yerine gelişmemişliğin madunlaştırma üzerinden gelişimini gören madunlar tarafından[6]” sorgulanmasının altı çizilmektedir. Belirli ölçülerde tersinden “Avrupa merkezcilik[7]” ile adlandırılan bu husus aynı zamanda dünyanın sıkışmışlığının da göstergesidir. Avrupa merkezciliğin tarihi “kökenleri Rönesans’tan geriye uzanmayan ve 19. yüzyılda yaygınlık kazanan, özgül olarak çağımıza ait bir olgudur. Bu anlamda, çağcıl kapitalist dünyanın kültürünün ve ideolojisinin bir boyutunu oluşturur[8]”.
Batı düşüncesinde “J. Needham tarafından zamanın Batı’da çizgisel[9]” olduğu aktarılmaktadır. Daha ilerisi ise zamanın, mekânın, dönemselleştirmenin de Batı tarafından yapılmış olmasıdır ve kendi dinamikleri ve şartları dâhilinde diğer toplumlarında tarihleri yok sayılmıştır veya Batı tarihinin bir paçası yapılmıştır. Bu sebeple Avrupa ile Geri Kalanlar arasında epistemolojik bir ayrıma gidilir ve kapitalizmin kökenlerinin incelenmesi, Avrupa dışı toplumların failliğinin silindiği ya da görmezden gelindiği dışlayıcı bir sürece dönüştürülür… Avrupa’nın modernite deneyimi, gelişmenin, bütün toplumların geçmesi gereken evrensel bir aşamasıdır. Bu aşamacı varsayım, toplumsal değişimin –gelenekten moderniteye, feodalizmden kapitalizme vs.- içsel süreçlerinin farklı yerlerde ve farklı zamanlarda dünyadaki bütün toplumları kapsayan evrensel aşamalar olarak kavrandığı, çizgisel bir gelişme fikrine dayanır[10]”.
Sosyal bir varlık olan dünya, sosyal düşüncenin ontik farklılıkların göz önüne alındığı bir bağlamda irdelenmesinin gerekliliği ortadadır. Bu, sadece Avrupa-merkezcilik üzerinden reaksiyoner veya tepkisel bir biçimde yapılmamalıdır. Her toplumun insanlık medeniyetine yaptığı katkıların anlaşılması amacıyla özgün bir zeminde inşa edilmelidir. Ancak son asırlarda Batı Avrupa’nın insanlığa katkıları da Avrupa-merkezcilik eleştirileri içinde geri planda bırakılmamalıdır. İnsanlık tarihine, bu saikle yaklaşmanın; sosyal olanı anlamaya sağlayacağı yararın yanı sıra her bir toplumun kendi muhasebesini yapmasına da hizmet edecektir.
KAYNAKÇA
[1] Remzi Demir, Nerede Hata Yaptık? –Doğu’da Bilimin Gerileyişinin Harici ve Dâhili Nedenleri Üzerine Bir Tartışma- , ss. 13 – 14, Lotus Yayınevi, 1. Basım, İstanbul, 2015
[2] Carlo Cipolla, Dünya Nüfusunun İktisat Tarihi, ss. 44-45, Ötüken Neşriyat, 5. Basım, İstanbul, 2015
[3] John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, sy. 18, Çev. Esra Ermert, Yapı Kredi Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2020
[4] Samir Amin, Avrupa Merkezcilik Bir İdeolojinin Eleştirisi, sy. 14, Çev. Mehmet Sert, Yordam Kitap, 1. Basım, İstanbul, 2018
[5] Janet Abu-Lughod, Avrupa Hegemonyasından Önce 1250-1350 Yılları Arasında Dünya Sistemi, sy. 13, Türkçesi Cansen Mavituna, Vakıfbank Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2020
[6] a.g.e.
[7] Kavramsal olarak literatürde Amin’nin bu tercihi bir nevi trajikomik bir durumdur. Ancak burada yerleşik literatürün dışarıdakiler üzerinde kurduğu baskı ve dışarıdakilerde oluşan aşağılanmışlık ve utanç duygusu sebepleri ön plana çıkmaktadır. “Yerleşikler ve dışarıdakiler” Norbert Elias adlı bir sosyoloğun kavramlarıdır. Ayrıca bu eksende şu esere bakılabilir: Ayşe Zarakol, Yenilgiden Sonra Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi? , Çev. Barış Cezar, Koç Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2019
[8] Samir Amin, Avrupa Merkezcilik Bir İdeolojinin Eleştirisi, sy. 14, Çev. Mehmet Sert, Yordam Kitap, 1. Basım, İstanbul, 2018.
[9] Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, sy. 27, Çev. Gül Çağalı Güven, İş Bankası Kültür Yayınları, 6. Basım, İstanbul, 2019
[10] Alexander Anievas, Kerem Nişancıoğlu, Batı’nın Egemenliği Nasıl Kuruldu? Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri, Çev. Çağdaş Sümer, Yordam Kitap, 1. Basım, İstanbul, 2020