Atatürk
Atatürk

Birkaç Öykü / Hikâye İçin Notlar

Cumhuriyet dönemi Türk öykücülüğü dendiği zaman “Semaver”, “Sarnıç” ve “Şahmerdan” gibi birçok öykünün sahibi ve Çehov tarzı hikâyeciliğin Türkiye’deki en bilinen temsilcisi Sait Faik Abasıyanık gelir akla. “Lüzumsuz Adam” Sait Faik’in bilinen ilk öykülerindendir ve bilinen ilk öykü kitabının da adıdır. “Mahalle Kahvesi” ise yazarın yıllar sonra kaleme aldığı öykünün ve bu öyküyü de içinde barındırdığı eserinin adıdır. Bu iki eserdeki öyküler arasında tarz anlamında bir benzerlik göze çarpmaktadır. İki öyküde de tasvirlerin başarısı dikkat çekmektedir.

Oğuz Atay’ı daha çok “Tutunamayanlar”, “Tehlikeli Oyunlar”, “Eylembilim” ve “Bir Bilim Adamının Romanı” adlı romanları ile tanırız. Fakat Atay’ın “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı bir tiyatro eseri, “Günlük” adlı güncesi ile beraber “Korkuyu Beklerken” adıyla öykülerini topladığı bir eseri de bulunmaktadır. Bu eserde en dikkati çeken öykülerden biri de postmodern anlayışla kaleme aldığı “Demiryolu Hikâyecileri”dir. 

 Selim İleri, roman, deneme, anı, şiir, söyleşi, oyun, senaryo ve öykü türünde yüzlere varan eserler vermiş ve halen hayatta olan bir edebiyatçımız. Son öykü kitabını 2011 yılında Everest Yayınlarından çıkaran Selim İleri’nin 2006 yılında 22 yıl aradan sonra yayımladığı ilk öykü kitabı olan “Fotoğrafı Sana Gönderiyorum”da dikkat çeken öykülerinden biri de “Şahane Bir Tuvalet”. 

Sait Faik Abasıyanık’ın “Lüzumsuz Adam” ile “Mahalle Kahvesi”, Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri” ve Selim İleri’nin “Şahane Bir Tuvalet” öykülerini art arda okudum ve birkaç not düştüm:

Lüzumsuz Adam ve Mahalle Kahvesi / Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik Abasıyanık “Lüzumsuz Adam” isimli öyküsünde günlük yaşamı dört sokaktan ibaret Mansur adlı bir karakteri ele almıştır. Bu karakter her gün aynı şeyleri yapan, rutin bir yaşama sahip biri olmasına rağmen farklı yerlere gitme ve farklı insanları görme arzusu vardır. Kafasında birtakım ön yargılar olmasına rağmen bunu dener. 

Bu öyküde Sait Faik kendisini Mansur karakterine bürüyor ve insanın iç dünyası üzerinde tahliller yapıyor. Yazar kendi oluşturduğu karakterlerle kendi iç dünyasındaki istekleri, düşünceleri öyküdeki karakter yoluyla dışa vuruyor. 

Öyküdeki karakterler kurmaca olmasına rağmen gerçekçi bir hale büründürülmüş. Okura öykünün içindeymiş hissi veriyor. Ayrıca tasvirler ince eleyip sık dokunmuş. Öyküde yer verilen mekânlar sanki Sait Faik’in yaşadığı sokaklar, karakterler ise yazarın çevresidir.

“Mahalle Kahvesi” ise İstanbul’un sıradan, sakin bir semtinde, bir mahalle kahvesinde geçmekte ve öyküde bir ailenin yaşadıkları anlatılmaktadır. 

Bu öyküde ise diğerine nazaran daha fazla diyalog bulunmaktadır. Fakat bu öykünün de anlatıcısı Sait Faik’tir. 

Ölüm döşeğinde ve her an ölümü beklenen bir ihtiyar adam, oğlu ve kız kardeşi arasında olan bir öykü. Mahallenin kahvesinde ihtiyarın akıbetini beklemektedirler.

İki öyküde de ortak nokta: İnsan hayatından sıradan kesitler içermesi, olağan insan davranışlarından söz etmesi ve öykülerin bir olay etrafında değil de durum üzerinde olmasıdır.

İki öyküde de tasvirler oldukça başarılıdır.


Demiryolu Hikâyecileri / Oğuz Atay

1977 yılında Oğuz Atay tarafından kaleme alınan “Demiryolu Hikâyecileri” adlı hikâye savaş yılları esnasında bir istasyonda sanatlarını icra eden üç hikâyecinin yaşadıklarını, birbirlerinden ya da yaşamdan ayrılmalarını, sanatlarının karşılık bulamamasını ve düştükleri zorlu durumu anlatır.

Hikâyeciler vakitlerini, istasyonda hikâye yazarak ve tren vagonlarındaki müşterilere bu hikâyeleri satarak geçirirler. Hiçbir vakit umduklarını bulamazlar. Bazen yemek satıcıları onlardan önce davranır bazen yazdıkları hikâyeler ağır eleştirilere maruz kalır, bazen yazdıklarına değer verilmez ve bazen de istasyon görevlisi tarafından sansüre maruz bırakılır. Geçimlerini zorlukla temin eden bu istasyon hikâyecilerinin yapacakları başka bir zanaatları yahut imkânları bulunmamaktadır. 

Üç hikâyeci de tren istasyonunda birer kulübede kalmaktadırlar. Yazdıklarını istasyon şefinin daktilosunda kopya ederler ve son kopya da genelde silik olur. Onlar da istasyon memurları gibi orada yerleşiktirler. Bu sebeple kendilerini oranın memuru gibi görürler; ama ücretlerini devlet memuru gibi toplu halde almazlar, bireylerden parça parça alarak geçinirler. Satışlarını genelde gece yarıları yaparlar; ekspres treni o sıralarda gelmektedir.

Yazar hikâyecilerin içinde bulunduğu zorlu durumu okuyucuya inceden hissettirmiş ve kendi bulunduğu devrin koşullarını göz önünde bulundurarak “hikâyelere değer verilmediği” fikrini yansıtmak, sanatçıların ne denli zor şartlar altında sanatını icra etmeğe çalıştığını anlatmak, bunu okuyucuya hissettirmek istemiştir. 

Bu öykü bir hikâye yazıcısının yalnızlığı üzerine yoğunlaştırılmıştır. Evvelâ genç Yahudi’nin ölümü, sonrasında sevgilisinin bir anda ortadan kayboluşu ve devamında ayakkabı tamircisinin ve istasyon görevlisinin de istasyonu terk etmesi ve bu sıralarda tren seferlerinin azalması ve neredeyse bitmesiyle büyük bir yalnızlık içine düşen sanatkâr hikâyenin son paragrafında:

 “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” derken gerçek hayatta sanatkârların içine düştükleri yalnızlıklara, icra ettikleri sanatlarının okuyucu tarafından bir karşılık bulamamasına isyan etmesidir.      

Öykünün özeti: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” cümlesinin içerisindedir.

Şahane Bir Tuvalet / Selim İleri

Mutsuzluğunun nedenlerini geçmişte arayan anlatıcı, çocukluk anılarında dolaşıyor: Terzi Perihan Hanım, Nezihe Hanım, Amiral Cevat Bey ve karısı, Celil Ağbi, Esma Hanım, Madam Jüliyet… Kadıköy, Bahariye Caddesi, Şifa, Kalamış, Fenerbahçe, Geren Apartmanı, Büyükada, Sıra Selviler, Frerler Mektebi, Moda Deniz Kulübü, Roma, Napoli,Şifadaki ev, Amerika… Yaz sonu, sonbahar başlangıcı, sonbahar bitimi, ilk yaz öncesi, Ağustos, Eylül ayları… ve kendisi…

Hatırladıkları; çocuk gözüyle tanıklık ettikleri, yıllanmış hatıralarıdır. Çocuk bakışı ile irdelemiyor ama aktarımı çocuk bakışından yapıyor… Anlatıcının hissettikleri; statü farklarının üzerinde etkisi, dönemin şartlarının sosyolojik karşılıklarıdır… Anlatıcı, izlenimleri yanında bir dönemin sosyal yaşantısı, kent hayatı, anlayış tarzı hakkında bilgi veriyor ve bu yönüyle gerçekçiliğini koruyor. Öylesine otobiyografik özellikler barındırıyor ki öykü olup olmadığını tartışmaya açıyor.

Yazar öykünün tam olarak içinde fakat okuru titiz bir işçilikle ne içeride ne dışarıda bırakıyor. Hissettirmiyor, sinsice yönlendiriyor. Şiirsel bir tavır takınıyor… Okuru halden hale sokuyor, sokaktan sokağa, devirden devire, o semtten bu semte getirip götürüyor. Sanki öykü zaman ve mekân mefhumlarından münezzeh gibi. Derin ve yoğun hisler içerisine girip çıkarıyor okuyucuyu… Az sözcükle çok psikolojik tahlil yapıyor. Buna rağmen okurken Anton Çehov’u anımsatabiliyor. Usta betimlemeleri ayrı bir lezzet katıyor… Bir olay söz konusu değil, yoğun ve hızlı bir hayâlin ürünü olduğunun ipuçlarını veriyor… Görsel tarafı oldukça ağır basıyor ve okurda usta bir ressamın elinden çıkmış donuk, yoğun bir tablo hissi uyandırıyor ve nostaljik dokusu da cabası…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz