2. Toplum Sözleşmesi
İlk yazımı, devlet dizginlenmesi gereken koca bir yaratıktır, diyerek bitirmiştim. Önceki yazıda belirttiğim gibi, bu yazı dizisinin ulaşmak istediği amaç, devletin hangi problemi, nasıl çözdüğünü ve bu çözümün maliyetini, ardından da bu maliyetin hangi durumlarda aşılabileceğini analitik bir biçimde masaya yatırmaktı. Bu yazıda, toplum sözleşmesi fikrini, ileride sunacağım oyun teorik analizimize altyapı ulaştırabilecek kısımlarıyla ele almaya çalışacağım. Toplum sözleşmesinin üç büyük düşünürünün fikirlerinin ilgili kısımlarını, tarihsel bir biçimde ele almak yerine benim zihnimde konumlandıkları haliyle aktarmayı ve biraz da oyun teorik analize açılabilmek amacıyla iktisatçı jargonuyla buluşturmayı hedefliyorum.
Hobbes, işe devletin yokluğunda ne olduğunu sorgulamakla başlar. Devlet yokken ne vardı? Cevap basit, doğa durumu vardı. Doğa durumu kavramıyla beraber karşımıza çıkan iki temel kavram bulunmaktadır: doğal eşitlik ve doğal özgürlük. İnsanlar, hem zihinsel hem de fiziksel manada güç ve kaabilyet bakımından birbirlerine eşittir. Bu eşitlik, var olan rekabetin devam etmesinin teminatıdır. Bir diğerine karşı mutlak üstünlük kurabiliyor olsaydık, yani doğuştan eşit olmasaydık, güçlü olan güçsüz olana mutlak üstünlük sağlar ve rekabet ayakta kalamazdı.
Özgürlük ise, Hobbes için her şeyi yapabilmektir diyebiliriz, buna başkasını öldürmek ve malını gasp etmek de dahil. Bu da, Hobbes’un kuramında doğa durumunun yıkıcılığını ve yok ediciliğini temin eder. Bunu Hobbes, ‘’İnsan, insanın kurdudur.’’ diyerek ifade eder. Eşitlik sayesinde rekabet var olurken, özgürlük sayesinde yıkıcılık var olur. Eşitlik ve özgürlük kanunları birleştiğinde ise, devletin yokluğunda, insanlar sonu gelmeyen bir ölüm kalım savaşıyla burun burunadır. Daha güçlü olan, güçsüzün malını ve canını ele geçirme özgürlüğüne sahiptir ve bu doğa durumunda var olan savaş halini beraberinde getirir.
Böylece doğa durumunun eşitlik ve özgürlük kanunları ile beraberinde getirdiği savaş durumunun karşısında barışın teminatı, devletin varlığıdır. Bireyler doğal yollarla sahip oldukları özgürlüklerden feragat ederek Leviathan’ı yaratırlar ve ona boyun eğerler. Bu, Hobbes için daimi bir boyun eğmedir. Bir diğer taraftan, Hobbes bir manada şunu söyler: İnsan, geleceğe dair riskleri minimize etmek ister. Zira güç, gelecek riskleri minimize etmek için kullanılan bugünün araçlarıdır. Hobbes’un bu düşüncesi iktisatçılara çok tanıdık gelecektir, nitekim iktisatçılar birçok meseleyi zamanlar-arası kararların ışığında ele alırlar. İlerleyen yazılarda bu ifadeye geri döneceğim. Fakat Hobbes’un dünyasında, insan geleceği önemsediği için barış halinin devlet eliyle temini adına bugün elinde bulundurduğu özgürlüğünden fedakarlık etmeye hazırdır. Kişiler, güvenlik için özgürlüklerini bir canavara devrederler.
Tabii ki Hobbes’un bu bakış açısına diğer sözleşmeci teorisyenlerden itirazlar gelmiştir. Locke, insanın ahlaki değerlere sahip olduğunu, bu sebeple doğa durumunun zorunlu olarak savaş durumunu beraberinde getirmeyeceğini iddia eder. Locke’un doğa durumunda a priori bir yıkıcılık yoktur, aksine insan, iyi olma eğilimine sahiptir. Böylece, Locke için doğa durumu Hobbes’un dünyasındaki ölçüde yıkıcılık göstermez, devlet ancak mülkiyetin koruyucusu olarak var olur. Bir diğer taraftan, Locke’a göre, devlet hükümranlığa razı olmamışlara bile hükmetme gücüne sahip olmakla Hobbes’un aksine hükümranlığı doğal bir hak olarak sahip olmaz. Bu Locke için bir tür zımni onaydır. Bu ayrım önemlidir zira benzer varsayımlar ile yola çıkan Hobbes’u monarşiye ve fakat Locke’u ise demokrasiye yönelten fark, buradan kaynaklanmaktadır. Eğer devlet, doğal hükümranlık hakkına sahip olsaydı, toplumun onu düzenleme, değiştirme iradesi elbette ki bulunamazdı ve bu Hobbes’u zorunlu olarak monarşiye doğru götürecekti.
Bir taraftan Locke, savaş durumunu paranın ortaya çıkması ile ilişkilendirir. Bir saklama aracı olarak para yoksa, biriktirmek de mümkün değildir ve başkasının toprağını/malını gasp etmek anlamsızdır. Şunu belirtmek gerekir ki doğa durumu kavramını antropolojik manada devletin nasıl ortaya çıktığını anlamaktan ziyade, bir model olarak ele alınması ve devletin varlık sebebine dair izole bir düşünsel deney olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Oyun teorisine dair argümanlarımızda da böyle bir bakışa sahip olacağız.
Locke Hobbes’un kuramını ahlak diyerek eleştirirken, Rousseau şefkat diyerek eleştirir. İnsan, doğa durumunda şefkat sahibidir ve bu sebeple savaştan uzak durur. Rousseau, bir bakıma insanlığın devletsiz zamanlarında şefkat sahibi olduğunu ve şefkatin insanı savaşmaktan alıkoyduğunu iddia eder. Bir bakıma, insanı savaş haline sürükleyecek kadar vahşileştiren, medeniyettir. Doğa durumundaki eşitlik ve özgürlük, devlet ortaya çıktığında, eşitsizlik ve boyun eğme ile yer değiştirir. Rousseau’nun bütün derdi, otorite ile özgürlüğü bir arada nasıl mümkün olacabileceğinin cevabını bulmak gibidir. Buradan hareketle, milli egemenlik kavramı ortaya çıkar ki milli egemenlik, kurucu iradenin gölgesindeki genel irade prensibinin üzerinde şekil alır. Genel irade ile toplam iradeyi bir araya getiren de, Rousseau’nun düşüncesinde, eğitimdir. Yani bir bakıma, toplam irade, genel iradeye eğitim vasıtasıyla yaklaştırılmış olur ki bu da bizi yine ziyadesiyle muğlak sulara bırakmaktadır.
Bir diğer taraftan da Rousseau, Hobbes’un başka bir argümanına saldırmaktadır. Hobbes, iktisat kuramının yakından tanığı bir kavramı ele alır: kıt kaynakların dağılımı. Eşitlik ve özgürlük bir bakıma kaynaklar kısıtlı olduğu için rekabeti doğurur. Ancak Rousseau için kıt kaynaklar rekabeti değil, inovasyonu doğurmaktadır. İnsan, doğa durumunda şefkat sahibi olduğu için, kıt kaynaklarla hayatta kalamadığı durumda başkasının malını gasp etmek yerine yeni yöntemlerle üretkenliği artırmaya çalışır. Bu noktada, Rousseau’nun iyimser bir bakışa sahip olduğunu söyleyebiliriz. İnsan şefkat sahibiyse, devlet neden var sorusu havada kalacaktır.
Her ne kadar Hobbes monarşiye gitmiş olsa da, Locke ve Rousseau’nun eleştirileri, insanı doğası itibariyle ‘’iyi / ahlaklı / şefkatli’’ olarak ele alan felsefeleri bana göre kaçak güreşmek olarak adlandırılmalı. Hobbes’un ele aldığı şekliyle insanı en kötü haliyle ele almadan, meseleyi analitik bir biçimde konuşamayız ve devletin zorbalığını da demokrasinin nasıl var olabileceğini de tam anlamıyla konuşamayız.
Hobbes’un bakışında, doğa durumundan kurtulmanın yolu, kooperasyondan (kendi bu kelimeye kullanmasa bile oyun teorisinin sularına girmek adına bu kelimeyi tercih ediyorum) geçer. Kooperasyon, kendi çıkarının peşinde koşan her iki tarafı da daha iyi bir noktaya götürecektir ve fakat, kooperasyon sürdürülebilir değildir, çünkü kendi çıkarının peşinde koşan birey kooperasyonu ihlal ederek bir diğerine saldırır. Sonuçta, Hobbes için, bu kooperasyonun garantörlüğünü üstlenecek üçüncü parti bir otorite olarak devleti ortaya koyar. Devletin varlığı, bir bakıma bireyin beceriksizliğinin üzerine konumlanır ve bu bakış Hobbes’u monarşiye götürür.
Hobbes için, geleceğe dair risklerden kaçınmak adına birey, özgürlüğünü feda ederek Leviathan’ı yaratır. Daha iktisadi bir dille, beklenen faydası düşük olan bir kurayı, riski daha düşük olduğu için beklenen faydası daha yüksek bir kuraya tercih edebilirdi. Daha da ilerlersek, birey riskten kaçınmak için risk primi ödemeye niyetlidir. Sigorta sistemlerinde, olası bir kazadan veya doğal afetin getireceği zarardan kaçınmak için ödediğiniz sigorta primlerini düşünün, riski başkasına transfer etmek adına para öderseniz.
Benzer bir şekilde doğa durumundaki mülkiyeti garanti eden bir devletin olmadığı durumu hayal edelim. Doğa durumunda, başkasını öldürmek suretiyle onun malını gasp edip bolluk içinde yaşayabilirsiniz. Ancak ertesi gün, sizden daha güçlü bir başkasının sizin varlığınıza çökmeyeceğinin garantisi yoktur. Şöyle basitleştirebiliriz.
Aşağıdaki iki kura arasından hangisi seçerdiniz:
A) Doğa durumu: ½ ihtimalle 0 TL, ½ ihtimalle 100 TL
B) Mülkiyet: 45 TL
Hatırlarsanız doğa durumunda kişilerin beceri ve güç olarak eşit olduğunu söylemiştik. Bu sebeple, doğa durumunu ifade eden A kurasını bu şekilde tasarladım. Eşit ihtimaller ile ya sizin malınıza çökerler ve 0 TL alırsınız, ya da siz çökerseniz ve 100 TL alırsınız. Bu kuranın beklenen faydası, 50 TL olarak hesaplanır.
B kurasında ise, devlet size mülkiyeti garanti eder ve %100 ihtimalle 45 TL alırsınız. Bu tip kuralarda, B kurasının A’ya tercih edilmesi davranışı ‘’risk aversion’’ (‘’riskten kaçınma’’) olarak isimlendirilir ve deneysel sonuçlar da gösterir ki bu tip kuralarda insanlar riskten kaçınmaya meyillidir. Hatta ‘’loss aversion’’ olarak tabir edilen kayıptan kaçınma durumu, kazanç durumundaki riskten kaçınma davranışına göre daha da baskındır.
Burada A kurasının beklenen faydasının 50 TL, yani B kurasının beklenen faydasından daha fazla olması durumuna rağmen neden B’yi seçeriz? Çünkü riskten kaçınırız. Aradaki 5 TL ise riskten kaçınmak için ödediğimiz risk priminin adıdır. Bir bakıma devlete ödediğimiz özgürlük. Bu kurguyu, iskontolanmış gelecek içeren kuralar ile de tasarlayabilirdik, Hobbes’un geleceğe dair risklerden kaçınmaya ilişkin fikrini daha iyi anlatmak adına. Ancak bunun daha gelişmiş versiyonunu ilerleyen yazılarda anlatmaya gayret edeceğim için ana fikri daha iyi aktarabilmek adına bu kısmı basit tutmaya çalışıyorum.
Bu noktada Hobbes’un kuramının bir miktar dışına çıktığımın farkındayım fakat sonuç olarak devletin meşruiyet kaynağı, riskleri bertaraf etmesidir diyebiliriz. Kişiler kendini garanti almak adına kendilerinden çok daha büyük bir yapıya, Leviathan’a, kendi özgürlüklerinden feragat ederek kural koyma ve yönetme yetkisini devrederler. Bu bakış ile Hobbes için özgürlük, barışın temini için devlete ödenen risk priminin adıdır.
Buraya kadar geldiğimiz noktada, Hobbes’un monarşik devletinin meşruiyet kaynağının üzerine konuştuk. Bir sonraki yazıda, oyun teorik bakışa adım atacağım ve bu tip devletin meşruiyet kaynağını ele almaya çalışacağım. Aslında, devletin hangi problemi çözerek meşruiyet kazandığını göreceğiz. Hobbes’un devleti, kendi çağının monarşik devleti idi, belki bugünün otoriter devleti. Sonraki iki yazıda göreceğiz ki Hobbes’un gözden kaçırdığı, devletin meşruiyetinin karşılığı olarak el koyduğu özgürlük, meşruiyetinin altını oyabilir. Bu da, devleti dizginlemek konusunda bizi daha nitelikli düşünmeye doğru yöneltecektir diye düşünüyorum.
Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle…
Bu yazı dizisi Gökay Aytekin‘in kişisel bloğunda ilk olarak yer almıştır.