Atatürk
Atatürk

İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Başbuğ Alparslan Türkeş: “Algılar ve Olgular”

Mukaddime

Merhum Başbuğun, Türk siyasetindeki tarihi rolü, devlete ve millete unuttuğu tarihi sorumluluğunu bir mücadele hikâyesi yazarak anlatmasındadır. Alparslan Türkeş, Turancı olduğu için devletin gadrine uğramasına rağmen bu ülküyü devletin gelecek perspektifini belirleyecek bir enstrüman haline getiren ve dahî Türk Milliyetçiliğini ilk kez sivil ve kitlesel bir siyasi hareket haline dönüştürerek, Anadolu’nun hormonsuz delikanlılarının yeniden büyük ufku yakalamalarına vesile oldu. Bununla birlikte Başbuğun pek çok konuda ifade ettiği görüşler, bir yandan da Ülkücülerin siyasal sınırlılıklarını belirledi. Nitekim bu durum, Ülkücüler arasında “Lider-Teşkilat-Doktrin” üçlemesinde imlendi. Hatta bu üçleme, kimi zaman dönemin şartları içerisinde ele alınması gereken bazı siyasi değerlendirmelerin de bağlamından koparılması için kullanıldı. Bugün de “başı sonu kırpılmış” benzer türde bir tezvirat ile karşı karşıyayız!

Fasl-ı Evvel: Tezviratın Kaynağı Hakkında

Geçtiğimiz günlerde Mustafa Armağan, Ahmet Şimşirgil ve Ebubekir Sofuoğlu gibi haklarında onlarca şaibe ve spekülasyon bulunan “yazarların” eş zamanlı sosyal medya paylaşımlarıyla yayına sokulan bir Alparslan Türkeş demeci, Ülkücüler arasında alttan alta maksatlı bir gündemin oluşmasıyla sonuçlandı. Maksadı malum olan bu çevrelerin, Ülkücüler arasında bir “algı yönetimini” amaçlayan ısrarlı gündem oluşturma gayretlerinin nedenini anlamak hiç de zor değil. Nitekim meselenin Alparslan Türkeş’e duyulan derin sevgi ve muhabbetle ilgili olmadığı açıktır. 

Fasl-ı Sânî: Algılar ve Olgular…

Malum merhum Başbuğ’un İttihat ve Terakki hakkındaki düşünceleri tıpkı çağdaşı diğer siyasetçiler gibi pek de müspet değil. Hatta Atsız, Arvasi, Güngör ve Taşer gibi Ülkücü Hareketin düşünce iklimi üzerinde iz bırakan aydınların İttihat ve Terakki hakkındaki görüşleri de benzer özellikler gösterir. Bu, temelde erken dönem cumhuriyet aydınlarının İmparatorluğun yıkılışını müthiş bir kolaycılıkla “devr-i sabık”ın sırtına yüklemesiyle ilgilidir. Dönemin şartları içerisinde değerlendirilmesi gereken tarihi olguların, zamanla kulaktan kulağa bir “hakikat” ve “kabulleniş” haline gelişi algıların olguya dönüşmesinin hiç şüphesiz en önemli nedenidir. Buna rağmen Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü kuruluşlar, tarihi aktörlerin tarihi pozisyonlarının hakkını her daim vermiştir. Bu husus, gerek Sultan II. Abdülhamid Han için gerek Enver Paşa için gerekse de Gazi Mustafa Kemal Atatürk için ayrım ve rekabet olmaksızın tarihsel bütünlük içerisinde resmedilmiştir. Ülkücü hafıza tarihi en iyi okuyan birikim ve metoda sahiptir. Bu hafızayı bölerek zayıflatmak isteyenlerin ve fitne tohumu ekenlerin gerçek maksadının ne Başbuğumuz ve MHP olduğu ne de Türkiye olduğu yadsınamaz gerçekliktir. 

Peki, İttihat ve Terakki’yle ilgili hakikat nedir? Koca İmparatorluğu İttihatçılar mı yıkmıştı? İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908’de mi iktidar olmuştu? İttihat ve Terakki Cemiyeti, iktidar olduğunda Osmanlı, Adriyatik denizinde miydi? Rumeli bizim elimizde miydi? Sınırımızın bir çizgisi ekvator çizgisinde miydi? Arabistan ve Yemen, Osmanlı’da mıydı? Osmanlı’nın bir ucu Hint Okyanusu’nda mıydı? İttihat ve Terakki, baştan aşağı komitacı mıydı? İttihatçılar ileriyi görememiş miydi?

Libya’dan Yemen’e Suriye’den Kafkasya’ya 100 yıl öncesinin zor ve çetin koşullarının yeniden sahnelendiği coğrafyamızda, tarihi aktörlerin üstlendiği rolü anlamak ve gereğini ifa etmek behemehal geçmişin geleceğe yönelik misyonik izdüşümünü de görmeyi gerektirir. Ülkücü hafıza bütün kurumsal yapılarıyla ve güçlü liderliğiyle hem bu sorulara tarihi sorumluluk duygusuyla cevap vermiş hem de bu cevaplar ışığında Türkiye’nin geleceğine dokunan el olmuştur. 

MHP ve Ülkücü Harekete ve dahi Türkiye’ye yönelik karanlık fitne odaklarının uzantısı olanlara İttihat Ve Terakki’nin tarihi pozisyonunu tekrar hatırlatalım. 

Fasl-ı Sâlis: Hakikatin Kaynağı Hakkında

1- Sanıldığı gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908’de iktidar olmadı. 1908’de meşrutiyet ilan edildi. İTC denetleyici bir rol üstlendi. Zira İttihat ve Terakki 1908’de fırka değil, Cemiyetti. Cemiyet, ancak 1913’de fırka (parti) haline geldi. 1913’de iktidarı ele aldı. İTC, meşrutiyetin ilanından sonra hükümet kurmayıp, “denetleme iktidarını” tercih etmiştir (“Meşrutiyetin Koruyucusu” olma misyonu).

2- “Koca Osmanlı Devletinin” yıkılışını İttihat ve Terakki’ye bağlamak izaha muhtaç bir yaklaşımdır. Zira Osmanlı 1837 Nizip Muharebesi ile askeri iflası; 1838 Balta Limanı Antlaşması ile iktisadi iflası; 1881’de Düyûn-ı Umûmiye’nin kuruluşu ile mali iflası zaten yaşamıştır. (1881’de İttihatçıların çoğu ya yeni doğmuş yahut çocuk yaşta idi.) Daha açık bir ifade ile Osmanlı, 19. yüzyıla dokunduğunda 3 kıtada 48 krallığa hükümdar atadığı günleri çoktan geride bırakmış, 1853’de “Hasta Adam” ilan edilmişti. İttihatçılar, 1913’de iktidara geldiklerinde uluslararası arenada siyasi bloklaşmalar neredeyse tamamlanmış; Osmanlı bu bloklara dâhil İngiltere ve Rusya gibi ülkeler arasında paylaşım planlarının konusu haline gelmişti (bkz: Reval Mülakatı).

3- İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar olduğunda Rumeli’nin Osmanlı’nı elinde olduğu ifade edilir; ancak çoğu kez onları harekete geçiren ana konunun zaten “Makedonya Sorunu” olduğundan bahis açılmaz. 93 Harbi’nin Rumeli’de neden olduğu sonuçları görmezden gelmeden bunu anlamak mümkün değil. (bkz: Berlin Antlaşması) Zira Osmanlı 1878’de Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlığını kazanmış; Bosna-Hersek imtiyazlı bir devlet statüsü kazanmıştı. Geriye Manastır, Üsküp ve Selanik kalmıştı. Burada da Sırp, Bulgar ve Rum komitacıları terör ve tedhiş hareketi yapıyordu.

4- Osmanlı sınırlarının ekvator çizgisinde olduğu ifadesi iyimser bir yorumdur. Fiili durum hiç de öyle değildir. Cezayir 1830, Tunus 1881’de Fransızlar; Mısır 1882’de İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Dolayısıyla Libya(Trablusgarp)’daki İtalyan ve Çad(Veday Sultanlığı)’daki Fransız işgaline (1911) giden süreç görmezden gelinmektedir. Üstelik Afrika’daki son kara parçasını da İTC subayları kendi istekleriyle hem de devletin desteği olmadan (tek destek bölgeye giden subayların görmezden gelinmesidir) savunmuştur. (Mısır, İngiliz işgali altında olduğundan devlet, Ordu gönderememiştir.) Merhum, 1833’de Mısır Vilayetimizin Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı mülkünü Kütahya’ya kadar işgal ettiğini gözden kaçırmış olmalı.

5- Osmanlı sınırlarının Hint Okyanusu’nda olduğu ifadesi de benzer bir biçimde iyimser bir yorumdur. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidara geldiğinde Osmanlının bir ucu Hint Okyanusu’nda değildi. Zira güney Yemen bizim kontrolümüzde değildi. (Yerel isyanları ortadan kaldırmak için uğraşan Osmanlı Devleti, İngiltere ile anlaşmak durumunda kaldı. Bu anlaşma ile İngiltere Yemen’in güneyindeki hâkimiyetini garanti altına aldı ve bölgedeki dokuz kabile -Abdali, Fazli, Âmiri, Akrabî, Havsabî, Alevî, Suhayhî, Yaffasî, Avlakî- İngiltere etkisine girmiş oldu. Üstelik İngiltere 1853’te Katar; 1861 ve 1892’de Bahreyn; 1899’da Kuveyt şeyhleri ile yaptığı ikili anlaşmalarla, Basra Körfezi’nin Batı kıyılarını da etkisi altına almıştı. Hicaz meselesi ve bölgeyi idare eden şeyhlerin İngilizlerle münasebetleri ise ayrıca incelenmesi icap eden bir konudur.

Netice

İttihatçılığı salt romantizm ve komitacılığa indirgemek doğru bir yaklaşım değil. Şehit Enver Paşa’nın Osmanlı Ordusunu ıslah çalışmaları Milli Mücadeleyi yürütecek kadronun önünü açmış; Şehit Talat Paşa’nın iskân siyaseti ise Türklerin Anadolu’daki hikâyesini ipten almıştır. “1911’deki Libya Direnişi” ile Mavi Vatan Doktrini aynı jeopolitik kökte birleşmektedir. Türkiye’nin II. Karabağ Savaşı’nda verdiği destek 1918’deki Kafkas İslam Harekatı’nın açtığı kapıdan girmiştir. Bu ve bu gibi pek çok misaller ile İttihatçıların basit komitacılar değil, ileri görüşlü, büyük birer devlet adamı olduğunu göstermesi bakımından mühimdir. Ezcümle İttihatçılar, Türk Milletinin kültürel aklı ve ufuk genişlemesine (kültür havzamızda) işaret eden bir doktrindir.

Neticet’ün Netice

Başbuğun ilke ve ülküleri yolumuzu aydınlatan feyizli bir ışıktır; fakat O’ndan öğrendiğimiz “Şahsiyetçilik ve Hürriyetçilik” umdesi gereği de hakikati hatırlatmak gibi de bir sorumluluğumuz var. Sultan Abdülhamid – Şehit Enver Paşa ve Gazi Mustafa Kemal Paşa yakın siyasi tarihimizin en mühim hafıza duraklarıdır. Merhum Başbuğ Alparslan Türkeş ise bu eksenin “bana göre” 21. yüzyıldaki en güçlü halkasıdır. Bu çizginin takipçileri çok iyi bilir ki; birinin yok sayılması, diğerlerinin eksik ve hatalı çıktılar vermesine neden olacaktır. 

5 YORUMLAR

  1. Ülküdaşlarımız, bu sırtlanların hep ne olduğunu bildi, halen biliyor. Aynı şekilde “ılımlı milliyetçi”likçileri ulusalcıları da biliyor.
    Şu yakın dönem, bu takiyeci ve dolandırıcıların dönemi çabucak geçse de Milliyetçi Hareket’in iktidarı bütünüyle kazandığı günler gelse…

  2. İslamcılar kendi ideolojilerinin git gide zayıfladığını ve Türk milliyetçiliğinin yükselişte olduğunu görüyorlar bu yüzden ülkücüler arasında tartışma çıkarmak istemeleri ve itc düşmanlığı yapmaları normal. Cumhur ittifakından evvel bunların Türkeş hakkında ne düşündükleri de çok açık. Zerre kadar sevmezler Türkeşi

  3. İşte bunun için siz Hakan BOZ, onlar da Başbuğ ve Türkmen Ağa.

    1909’da Türk Sultanını deviren İttihad ve Terakki Partisi 1910’da 810 bin üyeli bir parti. Yamalı Çingene bohçası gibi içinde müslim, gayri müslim ne ararsan var. Bügün de aralıksız yöneticileri devam ediyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz