Anadolucu Hümanist Târih Görüşünün Eleştirisi
Ülkemiz, Türk geçmişinin kuvvetli ve yaşayan izleri dışında kadim bir uygarlık sâhası olarak bizden önce üzerinde yaşayan toplulukların kimi bugün de ayakta olan kimi metruk birer harâbeye dönmüş kalıntıları ile toprak altındaki zengin kültürel mîrâsını da taşımaktadır. Bu mîras özellikle imparatorluğun son yarım asırlık târihi içerisinde ortaya çıkan ve öncülüğünü Osman Hamdi Beyin yaptığı koruma çabaları ile erken cumhuriyetin târihsel mehâz arama gayretlerinin birbirini tâkip ettiği yaklaşık üç çeyrek asırlık zaman zarfında millî kültürümüzün bir parçasına dönüştürülmeye çalışıldı. Her ne kadar Osmanlı’nın sonuna doğru eski eserlere olan ilgi modernite ve pragmatik devlet aklıyla ilişkili olsa da[1] Türk hümanizmi için silik bir başlangıç olarak kaydedilmelidir. Sonraki dönemlerde bu kalıntılara başka bir gözle bakılacaktır. Peki doğrusu ne olmalıdır? Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesinden Türk hümanizmine uzanan çizgide, yeni cumhuriyetin bir devr-i sâbık fikriyle uzak durduğu Osmanlı geçmişinin yerine ikâme edilmek istenen, devletin resmî târih kitaplarından sonra birtakım aydınların eliyle işlenip ortaya konan bu romantik ve vehmedilmiş târihin gerçek kalıntılarına nasıl bakmalıyız? Bu soruyu, daha önce Orkun Dergisinin 163. Sayısında yayınlanan “Ulusal Kültür mü Tuhafsal Kültür mü?” başlıklı yazımda kısaca ele almış ve savunucularından birinin çıkarsamaları üzerinden eleştirmiştim. Aldığım tepki, lisansüstü eğitim alan bir arkeoloji öğrencisinin koskoca bir profesöre “dil uzatmaması” gerektiği yollu bir îkazdan ibâret kalmıştı. Fakat o yazıda konuyu daha geniş kapsamlı olarak ele alacağımdan bahsettiğim için burada bunu yapmaya çalışacağım.
Anadolu’nun binlerce yıllık târihi içerisinde Türk Milletinin de hallihamur olduğunu, Anadolululaştığını söyleyen, bu kadîm Anadolucu târih görüşünü romantize ederek savunan düşünürlerin pîşdârları Halikarnas Balıkçısı nâmıyla mâruf Cevat Şâkir Kabaağaçlı, Sabahattin Eyuboğlu ve Azra Erhat’tır. Türk hümanizminin bu öncü şahsiyetlerine göre “Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışarıdan gelmeler çoğunluk olsa bile –ki değil elbette- kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık fethedilen de. Eriten de biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda, öz malımız bizim. Halkımızın tarihi, Anadolunun tarihidir. Paganmışız bir zaman, sonra Hristiyan olmuşuz, sonra Müslüman. Tapınakları kuran da bu halkmış, kiliseleri de, camileri de. Bembeyaz tiyatroları da dolduran bizmişiz, karanlık kervansarayları da. Kâh bozkıra çalmışız, kâh mavi denize.”[2] Öyle ki Selçuk’taki İsa Beğ Camiinin dahi Dionysiak bir yapı olduğu ve “mis gibi şarap” koktuğunu[3] yazarak Türk Milletinin bir mâbedini Yunan paganizmine kurban etmekten çekinmemişlerdir. Benzer bakış açısını Atatürk’ün sofrada elini kadehe her uzatışını tanrılar tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde şarap dağıtışına benzeten Yakup Kadri’de de görürüz[4]. Hiçbir geçerli tarafı olmayan ve öz kültürümüzü bir coğrafya taassubuna çiğneterek gerçek köklerimizle aramızdaki her türlü bağı reddeden bu Türk (!) hümanizminin Batının kültür köklerine perestişle İç Asya’dan Küçük Asya’ya uzanan millî târihimizi başı börklü, atlı, pusatlı, “kara bıyıklı” barbarların sergüzeşti olarak reddederken dayandığı en ufak bir bilimsel kıstas, karîne olarak dahi mevcut değildir.
Hümanizm, bilindiği üzere Antik Çağın edebiyat anıtlarını ulusal dillere aktaran ve bundan neşet eden yeni, daha doğrusu eski klâsik, hayât anlayışını, bediîyâtı çağlarına taşıma gayretindeki Batılı Orta Çağ düşünürlerinin kılavuzluğunda ortaya çıkmıştır. Zamanla kendine özgü bir felsefî gelenekle ilerleyen bu uğraşlar[5] temel ölçütün insan olduğu her tür düşünceye ad olmuş, en sonunda da avâmî tâbirle bir insanseverliğe kalb etmiştir. Bugün hümanizm denilince insanların aklına daha ziyâde gelen bu sonuncu kavramdır. Bizim aydınlarımızın kafasında ise Atatürk devrimleri ile Anadolucu felsefe arasında sıkışmış bir kozmopolit romantizm söz konusudur.
Oysa Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu’da Batılıları rahatsız eden varlığımıza millî bir dayanak oluşturmak kaygısıyla arkeolojiyi ele alarak başlatılmasına vesile olduğu çalışmalar esasında bu topraklarda çok eski zamanlardan bu yana meskûn bir Türk varlığı fikrine dayanmaktaydı. Türklerin dünya târihindeki öncülüğünü kanıtlamak amacıyla gerek dil gerek göçler yoluyla sebep olduğumuz inşâ ve inkılâplar bu târih anlayışının temelini teşkil ediyordu ve işin merkezinde Türklük duyarlılığı vardı. Yâni Atatürk’ün çabası hümanist değil Türkçü kaygılar taşımaktaydı. Türk hümanistleri Atatürk’ün bu duyarlılığını görmezden gelerek, başlatılan bu girişimi ters yüz etmek sûretiyle benimsemiş ve Türklük fikrini yok sayarak mevhum bir Anadolu milleti yaratmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki aslında çok okunmayan görüşleri “Canım biz Anadolu’ya geldiğimizde kırk çeşit millet vardı, n’oldu bunlara şekerim?” kabîlinden sözlerle bilen bilmeyen herkesin ağzına yapıştı. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir. Anadolu hümanizminin ve târih görüşünün yanlışları târihsel mâcerâmızın gerçek seyrini izlediğimizde gün gibi ortaya çıkmaktadır. Günümüzde Servet Somuncuoğlu’nun yaptığı çalışmalar Anadolu’nun Türkleşmesi târihinin yeniden yazılması zorunluluğunu ortaya koymuştur. Avrasya coğrafyasına dağılmış vaziyette bulunan pek çok kaya resmi ve runik yazının benzerlerine Ankara Güdül Salihliler Köyü Delikkaya mevkiinde de rastlanmış olması ve bunların Türkçe kabûl edilerek başlatılan okuma çalışmaları önümüzde bambaşka bir mecrâ açmaktadır. Bununla birlikte biz şimdilik 11 – 12. asırdan îtibâren Müslüman Türklerce iskân edilen Anadolu’yu esas ittihaz ederek konuşacağız.
Prof. Dr. Osman Turan’ın Selçuklular Zamanında Türkiye adlı eserinde Anadolu’nun ilk Türk istilâsı zamanlarında nasıl kalabalık kitlelerce doldurulduğunu gözler önüne seren primer kaynaklardan bahsedilmektedir[6]. Bu kaynaklardaki ifâdeler gelenlerin üç beş çadırlık bir azlık olmadığının en önemli kanıtlarıdır ve Bizanslı, Süryânî, Ermeni, Arap, Batılı gözlemciler tarafından kaleme alınmıştır. Bunları alt alta sıraladığımızda Anadolu’nun nasıl Türkiye’ye dönüştüğünün net bir resmi ortaya çıkmaktadır:
- Divân-ı Katran (11.yy.): «Türkler’in akınları çıkmasa idi sen eski Hüsrevler gibi dünyayı alırdın. Gerçi bugün Türkler’e haraç veriyorsun; ama yarın onların nimetine nâil olursun. Her taraf karınca yuvaları gibi Türkler ile dolu.»
- Târih-i Şeddadî (11.yy.): «Türkler Erran beldelerinin ovalarını, dağlarını, tepelerini ve kalelerini doldurdular.»
- Anonim (Gürcü Tarihi/11-12.yy): «Türkler dünyanın her tarafından sanki bu memlekette randevu verip buralara geliyordu. Sultan da dâhil kimse onları buralardan çıkaramaz ve kendilerine zarar veremezdi.»
- Anonim (Rum Tarihi/11-12.yy.): «Sanki bütün dünya kâfir barbarlar tarafından işgâl edildi ve ISSIZLAŞTIRILDI. Onlar Anadolu’nun bütün köylerini, evlerini, kiliseleri ile birlikte istilâ ve yağma ettiler.»
- Anna Komnenos (Alexiad/1081-1118): «Türkler Karadeniz, Marmara, Adalar ve Akdeniz arasındaki bütün bölgelere hâkim oldular.»
- Süryani Mihail (Kronikler/12.yy.): «Türkler’e yenilen Rumlar bir daha onlara karşı duramadılar. İmparator Mihail korkuya düştü. Korkak ve kadınlaşmış müşâvirlerinin sözlerine bakarak bir daha saraydan dışarı çıkamadı. Hıristiyanlara acıyarak adamlar gönderip Pont’ta (Dânişmend Bölgesi/Sivas-Erzincan) kalmış halkın bakiyelerini eşyaları ile birlikte atlara ve arabalara yükletti; denizin ötesine nakletti. Böylece NÜFUSU KALMAYAN bu bölgede Türkler’in yerleşmesine yardım etti. Bu sebeple de herkesin tenkidine uğradı.»
- Ermeni Tarihçi Urfalı Mateos Vekâyinamesi (1052-1136): «1080 yılı martına doğru Okyanus Denizi berisinde (Anadolu) bütün Hıristiyan beldeleri Türkler’in istilâsına uğradı; hiçbir vilayet onların işgâlinden kurtulamadı. BİRÇOK BÖLGELER BOŞALDI. Artık şark milleti mevcut değildi.» (Zeyli: Gürcü Ebu’l Farac /1136–1162)
- Tyroslu Guillame (1130-1184): «Bu Türkmenler, kentleri ve şatoları olmayan vahşi insanlardır; dâima keçe çadırlarda yaşarlar. Koyun, keçi, öküz inek gibi uzun tüylü hayvanları vardır. Çobanlar gibi yaşarlar. Hiçbir toplulukla, bu yörelerin müslüman sâkinleri veya eli silâh tutan kişileriyle asla karışmazlar.»
Anadolu’daki Türk istilâsı ve Türkmen varlığıyla ilgili diğer 11. yüzyıl kaynakları Nikephoros Bryennios, ve Mikhael Attaliates’in eserlerdir. 13. yy.’daki durumla ilgili olarak da Georgios Akropolites, İoannes Zonaras, Marco Polo, İbn-i Battuta gibi seyyah ve târihçilerin verdikleri bilgiler kalabalık Türkmen kitleleri hakkında bizi aydınlatmaktadır.
Görüldüğü üzere Anadolu’nun zâten savaş, kırgınlar ve sâir sebeplerle azalan ve çoğu da müstahkem şehirlere çekilen yerli nüfusu Türklerle karşılaşmaktan kaçındığı gibi kimi bölgeler de bizzat Bizans tarafından boşaltılarak terk edilmiştir. Guillame’nin Türkmenler için söylediği “kimseyle karışmama hassâsiyeti” de önemli bir ayrıntıdır. Demek ki etnik bir temessül de söz konusu değildir. Diğer yandan hem Anadolu’nun o zamanki nüfusu hem de gelenlerin tahminî sayılarıyla ilgili olarak da çeşitli değerlendirmeler bulunmaktadır. Claude Cahen’e göre yerli nüfus fazlaydı; fakat sosyal psikoloji açısından yerlilerin aleyhine bir durum söz konusuydu. Bu da yerlilerde yeni egemenlerin tutsaklığı altında umutsuzluğun doğumu azaltıcı etkisi, müstevlilerde ise geleceğe güvenle, umutla bakmanın nüfusu artıran etkisidir[7]. Demografik değerlendirmeler, 12. asır sonlarında nüfus yoğunluğunun Türkler lehine arttığını düşündürmektedir. Hele 13. asırda Türk nüfusunun yığılması çok yoğundur. İbn Said Denizli ve Dalaman Çayı havalisinde 200.000 çadırlık bir Türkmen topluluğundan bahseder. Sultan Öyüğü’nden Kütahya’ya uzanan dağlarda 300.000, Kastamonu bölgesinde ise 100.000 çadır halkı söz konusudur. Osman Turan bu dönemde Türkmen nüfusunun 5.000.000 olduğunu belirtir. Yunus Koç ise bu sayının Anadolu’nun genel nüfusu için geçerli olabileceğini söylemekle birlikte Türklerin azınlıkta bulunduğu kentlerin istisnâî olduğunu ifâde eder[8]. Mustafa Akdağ’a göre de 13. asır Türkiye’sinde insan unsurunun %90’ı Oğuzlar’dan oluşmaktaydı[9]. Anadolu nüfusunun Arap – Bizans çatışmalarından Türk istilâsı zamanına dek çok tükendiği de hesaba katıldığında demek ki biz bir kalabalığın içine azlık olarak girip özümlenmiş değiliz. Buna rağmen Anadolucu hümanizmin ısrarla bir Anadolu milleti yaratma gayreti kasıtlı bir târihsel çarpıtmadan öte anlam ifâde etmemektedir. Ne yazık ki bugün Türk eskiçağ bilimleriyle uğraşanların “bilim” kisvesiyle yaygınlaştırdıkları bu kanaat geçerliliğini korumaktadır.
Kültürel tesirler nisbeten anlaşılır bir konudur. Tabiî ki bir coğrafya üzerinde birbirini takiben veya çağdaş olarak yaşayan halkların kültürel kontekstlerinde birbirine geçmeler, karşılıklı kültürel alışverişler söz konusu olabilir; fakat Nusretiye Camiinin, Dolmabahçe ve Ortaköy Camilerinin birimlerinde Geç Hitit Çağının Bit – Hilani plân cephesini Hitit sanatının asırlar sonrasına tesiri gibi sunmak[10], aradaki yaklaşık 25 asra rağmen zorlamanın da ötesinde bir koşullanmayla açıklanabilir. Önceki yazımızda tenkit ettiğimiz hocamızın “Türk ulusunun kültürel kimliği Hatti’den Roma’ya, Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan Selçuklu’ya, Selçuklu’dan Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne kadar bir bütündür” ibâresini Anayasaya koymak gibi bir teklif[11] ise hâlisâne bir niyetle sunulmuşsa, biz yanlış anlamışız ve “El-ma’nâ fî batn-ış şâir” fehvasınca kendisi daha net açıklamadan bilemeyeceğiz demektir.
Anadolu’nun antik kültürlerinin Türk kültürü üzerindeki etkisi çoğunlukla varsayımsal benzerlikler üzerinden kurulmuştur. Şüphesiz senkretizmin ilginç örnekleri bulunmaktadır[12]; fakat öz kültürümüzün kaynaklarında başka karşılıkları olan örnekler varken ısrarla antik benzerliklere atıf yapmak doğru yolda analoji kuramadığımızı gösterir. Türkistan’da Goroğlı diye bilinen[13] kahramanın geçmişini Anadolu’da, Digenes Akrites’te veya benzer halk kahramanlarında aramanın iyi niyetle bir metod hatası olduğunu söylemek gerekir. Kaldı ki inançla, kültle ilgili benzerlikler dünyanın birbirinden uzak coğrafyalarında çok sık karşılaşılan bir konudur. Bu, zamansal ve mekânsal anlamda birbirinden çok uzak toplulukları bir kültürasyon süreci içine sokmamıza yetmez. Bunun bambaşka ve daha kollektif bir açıklaması yapılabilir. Daha maddî benzerlikler de düşünülerek kurulmalıdır. Hitit Çağı kadınlarının giysilerini Anadolu Türk köylüsünün giyim kuşamıyla karşılaştırmak ne derece doğrudur? Bu Türk köylüsü Hitit kaya anıtlarından görerek mi kendi kıyâfet geleneğini oluşturmuştur? Yoksa geldiğimiz coğrafyada bu benzerlikler yok mudur? Tabiî o coğrafyayı tümüyle reddederseniz bakma ihtiyâcı duymazsınız.
Kültürel alışverişler konusuna daha yumuşak yaklaşabiliriz; fakat Anadolucu târih görüşü Türk milletini etnik bir hamûle gibi göstererek Hititlerin, Friglerin, Lidyalıların torunları olarak sunmaktadır. Buna müsâmaha göstermek mümkün değildir. Yukarıda bu topraklara geldiğimiz dönemlerde Anadolu’nun durumunu kısaca yansıttık. Biz buralara geldiğimizde Hititler, Frigler vs. yoktu. Otokton nüfus dahi kayda değer bir kemmiyet ifâde etmiyordu. Dönüşen tipimizin kaynağı olarak bu muhayyel karışımı sunmak gereksizdir; zîrâ coğrafya ve iklim dahi tek başına dönüştürücü bir kuvvettir.
Bütün bunları bir yana bırakarak Anadoluculuğun salt romantik ve duygusal bir kuram olduğunu veya felsefî bir bakış açısını aksettirdiğini varsayalım. Bu anlamda eski kültürleri millî irfanımızın kaynağı olarak görmenin nasıl bir faydası olabilir? Prof. Dr. Sencer Şahin bunları ulusal kültürümüz olarak benimsersek hem halkımızın bu tarihsel değerlere yönelik ilgisinin canlanacağını hem de Batı’nın bizim Anadolu’da yabancı olduğumuz yönündeki temel ve târihsel inançlarını geçersiz kılacağını düşünüyor. Fakat politik gerekçelerle hakikati kurban etmenin zararlarından söz etmiyor. Böylece daha gerçekçi bir ulusal kimlik inşâ edileceğine inanmak son derece yanlıştır. Diğer yazımda da dediğim gibi bunlara sahip çıkmak, korumak, bilimsel tanıtımını yapmak bir ulusal kimlik meselesi değildir. Kısaca ve sâdece târihsel değerlere saygı ve kimin kalıntısı olursa olsun mülkiyet hakkımızdan doğan bir sorumluluk duygusu bu konuyu açıklamaya fazlasıyla yeter… Halkı bu yönde eğitmek hem gerçek bir fayda sağlayacak hem de ulusal kültürümüzü ucubeye dönüşmekten kurtaracak olduğu için benimsenecek tek doğru da budur. Bu topraklarda yaşayan millet, Hunların, Göktürklerin, Uygurların, Karahanlıların, Selçukluların bugünkü torunlarıdır, Hititlerin, Urartuların, Friglerin değil… Edebiyâtımızın ulusu Homeros değil Dede Korkut’tur. Devlet idâresi ile ilgili akıldânemiz Platon değil Yusuf Has Hacib’tir. Millî kültürümüzün, irfanımızın, etnosumuzun hakikî çehresini ortaya koyup benimsetmekle hem kendimize hem iki asırdır perestiş ettiğimiz Batı medeniyetine daha değerli katkılar sunacağımız kesindir. Evrensel olmanın yolu başkalarınca temessül edilmekten değil millî yaratımlarımızı değerlendirmekten geçer.
[1] Zeynep Çelik, “İmparatorluğun Mirası: Geç Osmanlı Devrinde Eski Eserlerin Algılanması”, Geçmişe Hücum. Osmanlı İmparatorluğunda Arkeolojinin Öyküsü 1753 – 1914, 2011, s. 447
[2] Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara, Ataç Yayınları, 1961, s. 9.
[3] Halikarnas Balıkçısı, Düşün Yazıları, Bilgi Yayınevi, 1993, S.15.
[4] Yümni Sezen, Hümanizm ve Türkiye, 2005, s. 298.
[5] A.g.e., s. 23 – 38.
[6] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 2005, s. 67 – 73.
[7] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, 2008, s. 100.
[8] Yunus Koç, “Anadolu Selçukluları Döneminde Türkiye’de Yerleşme ve Nüfus”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı 1 Sosyal ve Siyasal Hayat, s. 245 – 246.
[9] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, 2010, s. 18 – 19.
[10] Muhibbe Darga, Hitit Sanatı, 1992, s. 352.
[11] Sencer Şahin, “Kültürel Miras, Kültürel Kimlik”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 25 Kasım 2000.
[12] Ahmet Yaşar Ocak, “13. – 15. Yüzyıllarda Anadolu’da Türk – Hıristiyan Dinî Etkileşimler ve Aya Yorgi (Saint Georges) Kültü”, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri. Selçuklu Dönemi, 2011, s. 52 – 68.
[13] Fuzuli Bayat, Türk Destancılık Tarihi Bağlamında Köroğlu Destanı. Türk Dünyasının Köroğlu Fenomenolojisi, 2009, s. 56.
Bu yazı TÖRE Dergisi’nin Aralık 2012 târihli 11. sayısında neşredilmiştir. (s. 34 – 37)