Atatürk
Atatürk

Mütevazı Türk’ün, Şaşaalı Sanatı: Tezhip

Türk Milleti’nin tarih boyunca süsten uzak yaşadığını hepimiz biliriz. Kıyafetler sade, mekânlar gösterişsizdir. Eşyanın tamamı işlevsellik üzere icadolunduğundan süslemeye de fırsat olmamıştır. Atalarımızın konargöçer bir hayat sürdükleri dönemlerde, sosyal yaşamın gerektirdiği biçimde, işimi görsün yeter düşüncesiyle, kullandıkları aletlerde ağır işlemeler, nakışlar veya paha biçilemez ziynet eşyaları aramak yersiz olacaktır. Ecdadımın gösterişte, parada pulda gözü yok; onun için varsa yoksa Gök Tanrı’nın bahşettiği kutsal görev doğrultusunda cihan hâkimi olma çabası… Kâh bu ovada, kâh karşı kıyıda; at sırtında günlerce yol giden bir savaşçının süsle, malla, mülkle ne işi olur?Aziz milletimiz ne zamanki, sözde medeniyet denen canavarın ipeğine, atlasına sarılmış, altınla sarhoş olup da gözü başka bir şey görmez olmuş, işte o zaman felaketler ardı sıra gelmiş ve o ipekten libasların bir kefen olup tabutuna dolanmakta geç kalmamıştır…Süslü hayatı kültürü haline getiren ilk Türk topluluğu Uygurlardır. Mani dinini benimseyerek, savaştan uzak durmaya çalışan Uygurlar bu sayede, şahsi ihtiyaçlarına daha çok zaman ayırmayı başarmışlardır.

Hak dine geçmek de, Türk’ün hayatında çok büyük değişikliklere sebep olmamıştır. Cihan hâkimiyeti görüşünün yerini, ibadetlerin en hayırlısı olan kutsal cihad felsefesi almıştır. Öte yandan İslamiyet de hiçbir zaman bir şaşaa dini haline gelmemiştir. İnsanların en şereflisinin de buyurduğu üzere: “Komşusu açken, kendi tok yatan bizden değildir.” Acaba hangi altın, hangi yakut bu kutlu hadisten daha değerlidir? Elbette ki sahih bir müslümanın önüne altından dağlar koysan dâhi, bu hadislerin, bu ayetlerin tek birini bile ezmeye vicdanı el vermez. Büyük bir nefis terbiye sanatı olan İslamiyet, kullardan, zenginliğin getireceği azameti değil, takvanın getirdiği sükûneti tercih etmelerini ister.Bütün bunları anlatmaktaki kastım Türk Milleti’nin kaba saba bir hayat sürerek, savaşmaktan başka bir şey bilmeyen, gözü dönmüş, barbar bir kavim olduğunu vurgulayıp tarihime küfretmeye çalışmak falan değil. Bilakis şanlı ceddimiz daima büyük zenginlik içinde yaşamıştır. Ancak bu zenginlik onu katiyen sapkınlaştırmamıştır.

Alparslan, altını, atının eğerinde kullanarak paranın üstüne ayak sürmüş; Mimar Sinan ise Almanların gönderdiği altınları, camisinin eşiğinde kullanarak paraya verdiği, daha doğrusu vermediği değeri gözler önüne sermiştir. Türk her daim zengin olmuş, fakat hiçbir zaman Karun olmamıştır. O süsü de, altını da Allah yolunda kullanarak, daha da değerli hale getirmiştir.

Muhakkak ki göz alıcılık, maddi değer veya gösteriş deyince, akla ilk gelen unsur tezhip sanatıdır. Ki tezhibin kelime anlamı da altınlamak demektir zaten. Ne büyük asalettir ki 9. yy.dan günümüze kadar uzanan paha biçilemez eserleri içinde barındıran bu sanatımızın, küçük istisnalar hariç kullanıldığı yegâne yer, dini kitap süslemeleri yahut üzerinde hadis veya ayetlerin yazılı olduğu levhalardır.Her nakışı saf altından ve göz nurundan meydana gelen bu sanatı, Uygurlardan teslim alan Selçuklulardan sonra tezhibin en büyük uygulayıcısı, üç kıtada hüküm süren Osmanlı atalarımız olmuştur.

Kur’an’ı süslemek ve göz alıcı hale getirmek sevaptır bilinciyle uygulanan bu sanat, kutsal kitabın her ayrıntısında karşımıza çıkar. İlk iki sayfasında muazzam örnekleriyle selamlandıktan sonra, tezhip, sayfa aralarında, sure başlıklarında bile kendini gösterir. Öyle ki ayet sonlarında, güzel bir sevgilinin kahverengi gözlerini andıran küçük madalyonlar şeklinde tezhipler kullanılmıştır.

İslam dininin, her şeyin en iyisine layık olduğunu bilen ve artık hilafet sancağını da elinde tutarak, tüm İslam âleminin koruyuculuğunu üstlenen atalarımız, İran’daki Herat okulunun da etkisiyle tezhip sanatındaki gelişimlerini ileri düzeylere taşımışlardır. Tezhibin kullanım alanlarının zaman zaman genişlediği de olmuştur. Padişah fermanlarında göze çarpan bu altın işlemeli sanat, devletin gücünü, gayrimüslim tebaaya daha iyi anlatabilmek için, tuğraların işlemesinde kullanılarak, devlet mührü halini almıştır. Babasına emir verebilecek cesarete, Hz. Peygamber’in müjdesine nail olabilecek hikmete sahip, güzel komutan… Altı dil bildiği halde, hocasına hürmeti bir gün bile elden bırakmayarak, onun arkasında saf tutmayı şeref vesilesi kabul eden, büyük Müslüman… Dini birikiminin yanında, fen ilimlerine hâkimiyeti de tartışılmaz olan, kuşattığı İstanbul’u almasını sağlayan şahi toplarının bizzat mucidi, büyük mühendis, fethin fatihi Sultan Mehmed Han…

Fatih dönemi, birçok sanat dalında olduğu gibi, tezhip eserlerinde de ulaşılan doruk noktasıdır. Büyük hükümdarın döneminde, devrin gelişimiyle doğru orantılı olarak, dini eserlerin yanı sıra, fen ilimleriyle ilgili kitapların içerisinde de kendine yer bulmaya başlamıştır.

Tezhip, Kanuni devrinde de kullanılan bir sanat dalıdır. Zaten, Sultan Süleymanın kendisi büyük bir sanatçıdır ve Muhibbi mahlasıyla yazdığı şiirleri, divan oluşturabilecek kadar önemli bir yer tutmaktadır. Karamemi Nakışhanesi Muhibbi’nin bu divanını göz alıcı tezhip örnekleriyle süsleyerek, Sultan’ın huzuruna çıkarmıştı.

Ne büyük bir devlet adamıdır ki, hem ´muhteşem hükümdar´ sıfatına layık görülüyor, hem de divan sahibi olabilecek hassas bir ruha sahip olabiliyor. Yani şimdi ki başkanlarımız gibi meydanlarda bağıra bağıra şiir okuma şovları yapacağına, kendi köşesine çekilip;
Saltanat didükleri ancak cihân gavgaasidur.
Olmaya baht u saâdet âlem-i vahdet gibi.

Demeyi daha münasip görüyor.Tezhip sanatı, varlığını, 19. asıra kadar devam ettiriyor ancak bu asrın sonlarına doğru, her zamanki düşman, tekrar karşımıza çıkıyor. Kendisinden medet umulan, tek kurtarıcı olarak tahayyül edilen canavar, yine yapıyor yapacağını. Evet düşmanın adı yine aynı, ´Batılılaşma Tutkusu´…
Kökü tarihin derinliklerine kadar uzanan, kutsal kitabımızın hediye paketi görevini üstlenen tezhip, 19. yy.’ın sonlarında batının etkisiyle, kaba bir işleme sanatı halini almış, daha sonralarda ise, matbaanın yaygınlaşmasıyla beraber, bu eşsiz, estetik harikası sanatın yerinde; kuru, simsiyah renkli mürekkep lekeleri saçan matbaalar ve onun dev baskı makinelerinin, tarihimizin derinliklerinde açtığı onarılamaz yaralar kalmıştır…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz