Görünmez Adam & Bir İdam Mahkûmunun Son Günü
Yazının ilk bölümündeki ifadeyi yineleyerek giriş yapmak istiyorum; roman, ayrı bir dünyaya açılan kapı değil, bizzat dünyanın kendisidir. Zaman, mekân, olay, karakter katmanlarının olduğu bu dünyaya, insanın kendisinden yola çıktığı heyecanlı bir yolculuk neticesinde varılır. Her roman aslında bir otobiyografidir sözünü bir kez daha hatırlarsak, vurgulamak istediğimiz şey net biçimde anlaşılabilir diye düşünüyorum. Evet, yazarlar eserlerinin hazırlık sürecinde başka bir dünya kurmayı hedefler fakat içinde kendisinin olduğu bir dünyayı kurar. Bazen bir olay bazen bir karakter bazen de bir diyalog ile kendisini mutlaka bu dünyanın içine yerleştirir. Böylelikle ortaya çıkan metni sahiplenmesi ve o dünyaya kendini ait hissetmesi kolaylaşır.
Edebiyat bir nevi insanın içine dönüşü, içini görebilmesi, içinden bildirebilmesi olayıdır. İç dünyası, ruhsal durum, öz yansıması, ruhi derinlik gibi birçok kavram ile açıklanabilir. Yazar, iç dünyasında yer etmiş olan bir hadiseyi anlatabilir. Yine aynı şekilde iç dünyasında muhafaza ettiği bir karakteri kâğıt vasıtasıyla yansıtabilir. Bu karakterin kendisi olması, hadisenin ise bizatihi kendisinin yaşaması şart değildir. Gördükleri, duydukları, hissettikleri üzerinden de aynı yolu izleyebilir. Mesela bu noktada birkaç yerde bahsi geçen bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Victor Hugo, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü eserini idam edilecek olan bir genci görmesiyle yahut duymasıyla kaleme almış olduğu söyleniyor. Tamamen hayatın içerisinden, bizzat görerek veya duyarak şahit olduğu, gerçekleşmesi kesin veya gerçekleşme ihtimali yüksek olan bir hadiseyi kurgulayarak kısa bir roman kaleme alabiliyor.
Suç işleyerek yasayı ihlal eden birinin mahkemeye çıkarılması ve ceza alması durumu sadece Victor Hugo’nun şahit olabileceği bir durum değildir. Dünya üzerinde, nerede yaşıyor olursa olsun, suçun ve cezanın ne olduğunu, vaziyetin hangi aşamalardan geçtiğini, nasıl bir sonuca bağlanabileceğini bilmeyen yoktur diye sanıyorum. Ülkelerin anayasalarına göre suç ve ceza detayları değişkenlik gösterebilir fakat kavram olarak suç suçtur, ceza da cezadır. Burada mühim olan bu kavramlar silsilesine şahitlik eden milyonlarca insan arasından Victor Hugo’nun çıkıp bir edebiyat türünü kullanarak anlatabilmesidir. Öyle ki dünya klasikleri içerisinde yer edinen, yayınından seneler sonra bile okunabilen bir eser meydana getirmek takdire şayandır. Fakat vurgulamak istenen nokta tam olarak burası değildir.
Yazarların, roman konusu seçimindeki yönelimi ve bu romanı kurgulama biçimleri mevzubahistir.
Yaşanmış ve yaşanması muhtemel bir hadisenin kurgulanması sürecine göz atalım. Victor Hugo, ferdi olduğu milletin ve devletin geleneklerine, yasalarına hâkim bir yazar. Doğru bulduğu şeyler olduğu gibi yanlış bulup eleştirdiği şeyler de olabiliyor. Eleştirisini de yazdığı roman üzerinden yapıyor diye düşünülebilir. Benzer hikâyeleri yaşama olanağı olan bir ortamda yaşayan yazar için bu hadiseler hangi yol ile anlatılmalıydı sorusunu kendisine soran Hugo, cevabını net biçimde bulmuştur. Gerçek hadiseyi; gerçek kişi ve gerçek psikoloji ile anlatma yolunu tercih etmiştir. Suç işlemiş, idam cezası alması ve belirlenmiş bir zaman sonra cezasının uygulanacağı söylenmiş bir insan ne düşünür ve ne hissederse Hugo’nun roman karakteri de onu düşünmüş ve hissetmiştir. Yol seçimi doğru olabilse bile bazen işleyiş yanlış olabiliyor. Yani gerçek hikâyeyi gerçek biçimde anlatma fikri doğru olsa bile yazar, işleyişi başarılı yapamayınca hikâye ziyan olabiliyor.
Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkûmunun Son Günü eserindeki en çarpıcı şey şüphesiz ki romanın kurgusudur. Sartre’ye ait bir sözdü doğru hatırlıyorsam; “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.”
Netice olarak Victor Hugo, kurgusunu gerçeklik üzerine kurmuştur.
Yaşamda her şeyin bir zıddı olduğu gibi romanda gerçekliğin de zıddı olmalıdır. Tam anlamıyla zıddı sayılabilir mi tartışılır ama gerçekçiliğin karşısında bilimkurgu ve fantastik türlerinden bahsedilebilir. Dünya klasikleri içerisinde gerçeklik ile yazılan eserlerin sayısı kadar bilimkurgu veya fantastik türlerde yazılan eserler de mevcuttur. Bunlardan birisi H.G.Wells’in kaleme aldığı Görünmez Adam’dır.
Görünmez Adam, edebiyat dünyasında hatırı sayılır bir yer edinmiştir.
19.yy’ın sonunda, daha önce belki de hiç denenmemiş bir şey denemek ve yüzyıl sonrasına kalabilecek eser yazmak oldukça zordur. Wells bu zoru başarmış bir yazardır. Görünmez olma düşüncesi insanoğlunun uçuk kaçık hayalleri içerisinde mutlaka yerini almıştır. Çocukken de yetişkinken de bu hayal kurulabilmiştir. Görünmez olarak, normal zamanda yapamadığı şeyleri yapabilme arzusu insanoğlunu hep cezbetmiştir. Wells de bu konuda bir açıklaması var mı bilmiyorum fakat böyle bir hayali kurmuş olduğu kesindir. Hayalini, roman olarak yazma cesareti de takdir edilecek ayrı bir özelliğidir.
Daha önce birden fazla eser kaleme almış bir yazarın, görünmez olan bir bilim insanının hikâyesini yazma düşüncesi oluştuktan sonra iş romanı tam olarak nasıl kurgulayacağına gelmiştir. Bu noktada bir yol ayrımına girmiş olan Wells, konusu gereği fantastik bir kurgu ile okuyucuyu bambaşka âlemlere götürebilirken o gerçeklikten kopmamayı tercih etmiştir. Hikâyenin ana konusu gerçeklikten uzaktır belki ama roman karakterinin yaşadıkları gerçekliğin ta kendisidir.
Soğuk, karlı bir günde vücudunun hiçbir tarafı görünmeyen, yüzü sargılı, gözlüklü bir tuhaf adamın (yazar, eserinde bu ifadeyi kullanıyor) ortaya çıkışı gerçeklik ile fantastiğin el sıkışıp anlaşmasını temsil etmektedir. Konaklamak için geldiği yerde kimliğini gizlemeye çalışırken, herkesin dikkatini çekmesi ve görünmezliğin hiç de arzuladığı gibi bir durum olmadığını tecrübe ederek öğrenir. Görünmez bir adam hayatımıza dâhil olsa ne yaparız ya da görünmez olsak ne yaparız sorusunun cevabını başarılı bir kurguyla okura anlatmak oldukça zor bir iştir.
Öncesinde veya sonrasında, Wells ve Hugo’nun işlediği konuların aynısını ya da benzerini işleyen onlarca yazar olmuştur. Bu etkileşim çok da doğaldır. Esinlenmek adı altında bu tip yakınlıklar günümüzde su götürüyor olabilir. Fakat sonuç noktasında iyinin hakkı daima iyiye verilmektedir.
Görünmez Adam ve Bir İdam Mahkûmunun Son Günü isimli romanların başarılı olmasındaki en büyük pay belki de roman kurgusudur. Dünyalar arasında seyahat eden yazar için, başarılı bir kurgu hayat kurtarmaktadır.
Kurmaca yapmak, kurgulamak insan zihninin en parlak yeteneklerinden biridir. Gerçekliğe anlam vermek için yapılan bir şekil verme işidir.[1]
Konu olarak birbirine çok uzak olan bu iki romanın ortak paydası, başarılı roman kurgusudur. Zaman, mekân, olay, karakter katmanları doğru kurulmuş eserin diyalog yönü de aynı biçimde kuvvetlenir. Tüm bu kuvvetler birleşimi neticesinde de yüzyıllar sonra bile okunan eserler ortaya çıkar.
[1] Murat Gülsoy, Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık, Can Yay., İstanbul: Kasım 2017, s.82.