“Doğa, ruh ve beden ile karışıp, insanoğlunu değerli kılmıştır.”
Doğa, insanla müthiş bir uyum içerisinde olan, onunla âdeta dans eden ayrılmaz ve yılmaz bir eş. Doğayı doğa yapan insan, insanı insan yapan ise doğa olmuştur. Bu uyumun neticesinde evrenin ritmi daha hızlı atar hâle gelmiş, yer ile gök kendine yakışan rengi seçmiş; biri huzur veren yeşili, diğeri sonsuz maviliği. İnsan ile doğa arasındaki bu ilişki yeryüzünü anlamlı kılmış ve evren bu uyum içinde asırlarca ayakta kalmış, geçmişe anlam kattığı gibi geleceğe de yön vermiştir. Bu birliktelik karşılıklı fedakârlık, sonsuz bağlılık, sınırsız ikram ve izzet sunma ile devam etmiştir. Doğa tüm güzelliklerini insanoğlunun gözlerinin önüne sererek, onun başını döndürmüş, insan da bu hoşluk içinde sarhoşluğunu gizleyemeyerek doğaya büyük bir sadakât göstermiş onu baş tacı yapmıştır. Zamanla insan, doğaya anlamlar yüklemiş ayrılamaz, koparılamaz bir tutku ile birbirlerine kenetlenerek evrenin en özel ve en gözde çifti haline gelmişlerdir. İnsan kendine ne zaman sığınacak bir yer arasa, doğanın hep ona kucak açtığını görmüş ve yine doğa tüm davetkârlığıyla insanı çağırmış, nitekim ebedi beraberliğin başlangıcı için adım atmışlardır. Zaten aksini düşünmek dehşet verici bir delilik olurdu. Biz de dilimiz döndüğünce kalemimiz yazdığı müddetçe sizlere Orta Asya insanından hareketle, doğa ve insanoğlunun aralarındaki maneviyattan bahsetmeye çalışacağız.
Türklerde yaşam ve doğa kavramları ön plandaydı. Hatta “kut” anlayışının varlığı Türklerin Tanrı’ya olan bağlılığını ve tutkusunu göstermekte birincil unsur olarak gösterilebilir. Öte tarafa olan inanç, Türk kavminin İslamiyet’ten önce de inandıkları bir değerdir. Türkler yalnızca insanların değil, evrendeki tüm canlı cansız varlıkların da ruhu olduğuna inanıyorlardı. Nitekim evren bundan dolayıdır ki, bir birlik, bütünlük içindedir yine bu bütünlük içerisinde hayvan, doğa ve insan sevgisi yer alır. Ölülerin ruhlarının bir kuş biçiminde olduğuna inanılarak “uçmağ” sözü de buradan gelmektedir. Hayvana olan sevgi bu şekilde düşünüldüğü gibi ruhların da hayvan şeklinde olduğu düşünülmektedir. İslamlaştırılmış il Türk destan metinlerinde cinler, periler ya hayvan ya da yarı insandır. Yaşam, kaynağını Gök Tanrı’dan alır. Böylece tüm varlıklar Tanrı’dan gelir ve yeniden ona dönmek suretiyle ruhani borçlarını öderler. Bu inançlardan hareketle diyebiliriz ki, Türklerin kadere bir başka anlamıyla alın yazısına inançları vardır. Çünkü tüm varlıklar Tanrı için fani dünyaya gelir ve yarattığı tüm varlıklar için çizdiği yolda yürürler ve böylece Tanrı-Evren ikilisinde tüm yaratıklar kendilerine düşen rolü oynarlar. Kısacası yaşam, tüm nesnelerde bir ve bütündür. Yine Türklerin yaşamdan sonra değer verdikleri unsurlardan biri olan doğa yeryüzü ve insanlık için son derece elzem ve kıymetli bir unsurdur. Özellikle ağacın kutsallığı yadsınamaz bir gerçektir. Hatta bazı zamanlarda ağaç hayvanın oynadığı rolü bile geçerek, ona üstünlük sağlar. Kaşgarlı Mahmud, Türklerin gözlerine yüce görünen her şeye “Tanrı” dediklerini yazar. Bu nedenle Türklerin ibadet şekillerinde ağaç kutsallık kazanır. Varlığın kaynağının ağaçtan gelmesi Orta Asya ve Sibirya toplumlarının temel kavramlarıdır. Dede Korkut Kitabında Sadece ağaç değil, törenlerde güneş hareketleri de taklit edilir. Yine güneşe duyulan bu saygıdan dolayı ateşe kazandırılan kutsallık da buradan gelmektedir. Hayvan insanda olmayan yeteneklere ve güce sahiptir. Nitekim “kurt” Türklerde ve Türk inancında önemli bir yere sahiptir. Çünkü kurt insan ne zaman yoluna kaybetse ona yolunu göstererek, ona yoldaş olmuş ve kaybettiği yönünü bulmasına yardımcı olarak en büyük dostu olmuştur Türk’ün. Tıpkı bu kutsiyette olduğu gibi Gök bizim üstümüzde olduğundan dolayı kutsal ve yücedir. Özellikle Çin’de yapılan bir takvimde her yıla bir hayvan ismi verilmiştir. Türklerin de on iki hayvanlı Türk takvimi kullandıklarını biliyoruz. Böylece insan, kendini bazı durumlarda zayıf bulur ve hayvana, bitkiye ve doğaya güç yükler. İnsan, hayvanın bu gücünden yararlanmak ister. Bundan nedenledir ki, hayvanın kanı ve kemikleri korunur, bu korunan, saklanan hayvan parçalarını tılsım bulmak, fal bakmak ya da herhangi bir hastalığa çare bulmak için kullanılır. Hayvanın iç organlarından ve özellikle kürek kemiğinden geleceğin okunduğu düşünülürdü. Bir savaşa çıkmadan önce bir kahine başvurulur ve kahin kemiği ateşte kavurur oluşan çatlaklara bakarak da gelecekten haber vererek kehanet yapardı.
İnsanlarla hayvanlar arasında büyük bir ilişki vardır. Hayvanlar ve insanlar arasındaki ilişki bireysel değil, toplumsal ilişkiler olarak değerlendirilmelidir. Hayvanlar, insanların niyetlerini bilirler ve bu yüzden bu bilinçle hareket ederler. Türklerde avcılık büyük bir önem arz eder. Çünkü avcılık orman halklarının yaşayışlarının bir parçasıdır. Dikili taşlarda, yazıtlarda ve heykellerde hayvan figürlerine sıklıkla yer verilmiştir. Avcılık yapılırken, bir araya gelinerek hayvanın etrafında kalabalıkla birlikte büyük bir halka oluşturulur. Av, insanla hayvan arasındaki çatışmayı anlatması bakımından mühim bir konudur. Avlanan hayvanın en değerli bölümü Türklerde Han’a ikram edilirdi. Bu örnekte olduğu gibi insan ile hayvan sürekli bir çatışma hâli içindedir. Ancak insan ile hayvan yalnızca çatışma ilişkisi kurmayıp, aralarında ittifak yaptıklarına da şahit olunmuştur. Çünkü insanlar hayvanları çok sever ve onları evcilleştirirdi. İnsanlar ile hayvanlar arasında kan değiş tokuş yoluyla ittifaklar sağlanır ve karşılıksız olarak insanlar hayvanları, hayvanlar insanları korur. Hayvan insanı korumakla kalmamış aynı zamanda ona rehber olma görevini de üstlenmiştir. -Oğuz Kağan ve Başkurt Türklerine rehber oldukları gibi.- Yine destan ve masallarda hayvanlar insanlarla konuşurlar ve onlara yardım etmek amacıyla kehanet verdikleri yazılır. Türk destanlarında atlar da olağanüstü özelliklere sahiptirler. İnsan dilinden anlayan, insan gibi konuşabilen atlar, çoğu zaman sahiplerini tehlikelerden korurlar ve ölümden kurtarırlar. Bu kuşlar aynı zamanda uçma özelliklerine sahiptirler. Uçabilen atlara “Tulpar” denilir. Tulpar atının kanatlarını hiç kimse göremez, yalnızca karanlıkta; büyük engelleri ve mesafeleri aşarken kanatlarını açar. Eğer birisi tarafından görülürse, Tulpar’ın kaybolacağına inanılır.
Kutsallığından dolayı, yine at kurban olarak sunulurdu. Ancak bu kurbanın kanı kutsal sayıldığından kanı yere akmasın diye boğularak kurban edilirdi. Altaylarda adak adama geleneği Tanrı’ya duyulan yükümlülük duygusundan gelmekteydi ve bu nedenle ona kurban verilir. Tanrı için Tanrı huzurunda Tanrı’ya kurban verirler. Kimi kurbanların tarihleri bellidir ve bu kurbanlar belirli zamana göre yapılır. Kimileri ise herhangi bir olaya karşı olanlar; gök, yer ve Atalara sunulan kurbanlardır. Bazen ise, seferin zaferle neticelenmesi için adanan kurbanlar da vardır. Türklerde hayvan kutsanmıştır ve bu kutsiyetten dolayı, onlara büyük önem verilmiştir. Ayinlerde kullanılan “kımız saçma” adeti de bu verilen değeri bir örnektir. Yine kaz, kamın yardımcı ruhu olması hasebiyle, kaz şaman ayinlerinde önemli bir yer tutar ve Şaman, kaz taklidi yaparak, kuş olduğunu olduğunu düşünür ve bu yüzden kostümünde de tüy takılıdır. Kam bu ayini yaptığı sırada hangi hayvanın ruhuna büründü ise, o hayvanın sesini çıkarırdı. Hayvana verilen bu değeri yine kavimlerin onganlarında hayvan figürleri kullanılmıştır. Her kavmin bayrağı üzerinde doğaya ve hayvana özgü, kurt, ejderha ve hilâl gibi amblemler vardır. İnsanlar doğaya verdikleri bu değeri doğadan isim seçerek göstermişlerdir. Günümüzde de bir insanı sevdiğimiz ya da kızdığımız zaman hayvan isimleri ile özdeştiririz. Türklerde ad verme geleneği vardır ve bu gelenek için ad verme törenleri düzenlenir, bu törenler büyük bir şölen havasında geçerdi. İnsanlar, kavimlere, uluslara ve bireylere ayrılır. Adlar bireyleri ayırt etmeyi, kavimleri karşı karşıya getirmeye yarar. Türkler, insanoğlunun adıyla yaşadığına ve adıyla kıymet bulduğuna inanırdı. Bu nedenle insana verilecek olan ad özenle seçilir ve insanın ruhunu oluştururdu. Çocuğa verilen bu adlar, onun geleceği açısından büyük önem arz etmekteydi.
Geçmiş zaman insanları doğaya verdikleri önemi mitsel öğelerde de göstermektedir. Altaylarda, mitsel tarihi daha çok mucizeler oluşturuyordu. Bu mitsel öykülerde hayvan-insan ilişkilerine dayanır. Daha farklı dayanak noktaları da mevcuttur. Mağara, en eski döl yatağı olarak bilinir. Mağara, vahşi hayvanların barınağı insanların ilk evidir. Bundan başka bir kadının meyve yiyerek hamile kaldığı ve çocuğun büyüdüğü zaman güçlü, kuvvetli olduğu devletin başına geçtiği öykülerle karşılaşıyoruz. Yine doğada bulunan, ışık, su karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Çin’in kuzeyinde Hiong-nu[1]ağırlıklı bir toplulukla ışıkla döllenmeden söz eden öyküler vardır. Kadın güneş ışığı ya da ay ışığıyla özdeştirilir ve doğanın varlıklarından yararlanarak doğumunu gerçekleştirir. İlk İslam dönemlerinden kalan bazı öykülerde ise kadının kısır olması vardır. Bir evlat sahibi olmak için Tanrı’ya dua edilir ve bu dua sonrasında Tanrı evlat vererek, dua edeni ödüllendirirdi. Bir başka doğum hikayesinde ise; Monçular ise kökenlerinin oluşumu şu şekilde anlatmaktadır: Üç bakire yaşardı ve bu üç bakirenin elbisesine saksağan ve meyve bırakılırdı ve bu genç meyveyi yiyerek, hamile kalırdı. Bu gebelik ona gök tarafından verildiği için kutsaldır. Bir başka hikayede de ise; kadının kocasının savaşa gittiği zaman gök gürlemesi sonucu korktuğu, ağzına bir dolu tanesinin düşüp, hamile kaldığı rivayet edilir. Bazı köken hikayelerinde de; hayvan ve kadının cinsel ilişkiye girerek, çocuk sahibi olmasıdır; üç kadın günün birinde, ağaç kesmek için ormana giderler ve bir ayıya rastlarlar, bu ayı içlerinden birine evlenme teklifi eder ve teklifi kabul eden kadın gebe kalır. Doğurduğu çocuğun üstü ayı, alt tarafı ise insan şeklindedir. Mitsel kökenle ilgili mucizevi öykülerde bu gibi olağanüstü durumlarla insanların türediği, çoğaldığı anlatılmıştır.
Nitekim insan, evrene ilk geldiği günden beri kendi varlığına anlam yüklemek ister. Bu nedenle etrafındaki tüm varlıklara mana yükler. Doğaya, hayvana, yeryüzü ve gökyüzündeki tüm cisimler, birer kavram olarak karşımıza çıkar. İnsan, şüphesiz ki kendi yeteneklerini kısıtlı bularak, göğü ve hayvanı kutsal kılmıştır. Tüm bu unsurlarda kendi varlığının sebebini aramaya başlamıştır. Böylece doğa insan sayesinde kıymet bulur ve insan ile doğa etkileşimi hep olumlu şekilde olmuştur. Böylece doğaya değer veren insan, tüm yaşayışını evrendeki hareketlere ve varlıklara göre idame etmiştir. Zamanla insanlar, yeryüzünün sunduğu tüm izleri takip ederek, inançlarını meydana getirmişlerdir. Bunun sonucunda insan Tanrı için yaşar, ömrünü tamamlayınca tekrar Tanrı’ya döner. Anlam, kavram ve tüm unsurlar bu sayede evrenin varlığı ile meydana gelmiş ve insan ile sonsuz bir döngü içine girmiştir.
[1] Hiog-nu kavmi; kırsal göçebe topluluğu olan bir Hun kavmidir.