Herkes girer ya bu tarih sahnesine; kimi kana susamış hayvanlar gibi sadece bir hiç uğruna boğuşur kimi bilmez neden geldiğini ve ne edeceğini. Kimisi de vardır ki; cihat uğruna cenk eder, kan akıtır, şehit olur ve sonunda çekilirken perdenin gerisine ölümsüz eserlerini bırakır izleyenlere, oyunları hiç bitmesin diye…
At ölür meydan kalır, yiğit ölür namı kalır. At da bizim meydan da; yiğit biziz, nam bizim… Fatih’in namı, mimarın sanatı; hepsi Türk, hepsi Müslümandı. Şanlı Sultan Türk yaptı, dahî Sinan Türklüğü kazıdı evliyalar ordusunun sancağıyla kuşatılmış şehirlere.
Boş yaşamadı atalarımız, bu ıssız acunun onlara da kalmayacağını biliyorlardı. Belki onlar kalamadı fakat ölümsüz yapıtları dünya durdukça yaşayacak; Türklüğü ve İslamiyet’i ne bize ne de hasımlarına asla unutturmayacaklar. Büyük Süleymaniyeler, ölümsüz Nizamülmülk Medreseleri sadece taştan yapılmış yapılar mı? Tabi ki hayır. Yüce atalarımız nârin, zarif ve latif sanatların da en büyük mimarları değil midir? Manevi yolculuklara uzanan ebrûlar, mükemmel dini daha da eşsiz kılan hat ve tarihî derinliğimizi gözler önüne seren minyatürler…
Minyatür… Bu sanat, tarih sahnesinde Türklük kadar ezelîdir. Aziz milletimizin hayatına İslamiyet’ten daha önce tesir etmeye başlamıştır. Öyle ki, cengâver Türk yiğitleri bu yapıtlar sayesinde, Ahmed Yesevileri bilmeden önce Mani ve Uygur rahiplerini tanımıştı. Bu eserler, büyük Türk tarihini, İslamiyet’e ve Anadolu’ya indirgemeye çalışanlara sağlam bir Osmanlı tokadı olmaya yetecektir sanırım.
Minyatür, tarih boyunca Türk’ün gittiği her yere peşi sıra uğramıştır. Kınıklı atalarımız Varka ve Gülşah’ın büyük aşkına şahit olurken Gülşah’ın çadırında kederinden bayılmasına da Varka’nın düşmanlarıyla yaptığı savaşa da renk veren sanat olmuştur.
O güzel ki, simsiyah kaşlarıyla, en az kaşları kadar siyah, ceylanları bile kıskandıracak güzellikteki gözleriyle, bir yanağındaki gamzesi ve diğer yanağındaki küçücük beniyle sevdiğini her gün biraz daha kendisine aşık ederdi. Uğruna bir an bile düşünmeden savaşlar yapılır, kan akıtılır, can alınır, göz kırpmadan can da verilirdi elbet. Hayat onunla güzel, ölüm onun uğruna olunca anlamlıydı…
Bu köklü sanat, insani duygular ve bilimsel bulgularda da hep başköşeyi tutmuştur. Sadece savaşları veya büyük aşkları anlatacak değil ya, Selçuklu hükümdarı III. Gıyaseddin Keyhüsrev’e sunulan, devrin en önemli bilimsel yapıtlarından olan astroloji kitabında da bu sanatın en güzel örneklerine rastlamaktayız.
Kayılı atalarımız… Altı asır boyunca üç kıtada at koşturan, Avrupalının en büyük korkusu, Müslüman’ın yegâne koruyucusu, çağ açıp çağ kapatan şanlı Türk yiğitleri… Osmanlı ki, tarihin ta kendisi; saltanat, hilafet, cihat, fetih her biri ayrı bir destan… Bu destanları belgeleştirmek görevi de minyatür sanatının en asli görevlerinden biri olmuştur.
Büyük Sultan Kanuni Sultan Süleyman Han devrinde tarihi olaylar, şehnamecilik adı verilen minyatür belgelerle arşivlerde yer almıştır. Sultanların tahta çıkışları, küçük şehzadelerin sünnet törenleri, bayramlar, savaşlar, düğün törenleri; bunun yanında sosyal hayatın her alanı minyatürün ilgisini çekmiştir.
Sefer-i Zigetvar adlı eserdeki bir tablo ibretliktir: Tahtta oturan IV. Selim ve önünde iki büklüm, eteklerini öpmeye çalışan Avusturya elçisi… Şehinşahname’de Galatasaray’da bulunan tarihi rasathaneyi de Osmanlı ordusunun sefere çıkışını da bir arada görüyoruz.
Minyatür, İslamiyet’ten önce vardı; ancak, her Türk gibi o da Müslümanlığın etkisine daha fazla karşı koyamayarak kendisini bu dinin kollarına bırakmıştır. Mevlevi dergahlarında Allah’ı arayarak dönen, döndükçe Yüce Yaradan’ı bulan dervişlerin görsel büyüleyiciliğinin yanında, manevi boyuttaki büyüsü de tartışılmaz olan semahlarını en iyi tasvir eden sanatların başında gelir.
Yenilik hep mi eskiyi unutturmak zorundadır? Hiçbir şey yok mudur ki yeninin elinden kurtulsun, kendi güzelliğini hep korusun? Her köşesi buram buram tarih kokan, kökü Orta Asya’dan İstanbul’a, Mani dininden İslamiyet’e, Uygur’dan Osmanlı’ya kadar uzanan bu sanat da modernleşme adı verilen, ama aslı yozlaşma olan, canavarın elinden kurtulamamış; sömürge uşağı ressamların, hiç bir ruhu olmayan yağlı boya tablolarının gölgesinde kalarak tarihin tozlu raflarındaki ve Türk-İslam şuurunun en güzide köşesindeki yerini almıştır…