Soylu’nun İki Sorusu ve “Acaba?”lara Giriş
Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Süleyman Soylu geçenlerde şu iki soruyu sormuştu: “Bizim geçmişimizde LGBT gibi şeyler var mı? Var da biz mi bilmiyoruz?” Bakanın bu sorularına yönelik sıralanan cevaplar artık hemen hiçbir toplumsal tepkinin kendisine yer bulamadığı ana akım medya organlarında değilse bile sosyal medyada hayli önemli bir yer işgâl etti. Birçok insan Osmanlı edebiyatındaki homoerotik mısralardan alıntılar yaptı, bu dönemin kitaplarındaki eşcinsel ilişki içeren minyatürlerden örnekler getirdi ve oldukça ciddi bir kesim de böyle lafların üzerine alıntılanması artık bir gelenek hâlini almış olan Cevdet Paşa’nın meşhur ifadelerine başvurdu. Fakat bu popüler cevaplar yığını karşısında sesini pek de duyuramamış başka bir itiraz da yükseldi. Bu itiraz Bakan’ın ve ona karşı çıkanların söylemlerindeki kavramsal sıkıntıya temas ediyordu. Bu itiraz üç aşağı beş yukarı şu esas üzerine inşa edilmişti: Soylu, “bizim geçmişimiz” olarak adlandırdığı tarihî tecrübede heteroseksüellik dışı yönelimler olmadığından değil, bir “kimlik siyaseti”, bir “propaganda aracı” olarak LGBT hareketinin olmadığından söz etmişti; dolayısıyla bakan haklı olabilirdi, geçmişimizde hakikaten böyle bir hareket mevcut değildi. Acaba?
Mesele geçmişte bugünküne benzer bir cinsel-politik özgürleşme hareketi olarak bir LGBT aramaksa yalnız Türk toplumunun değil, her toplumun tarihi bundan yoksundur. Soylu’nun LGBT sözcüğünü bu bağlam içerisinde kullanmadığı açıktır çünkü LGBT’yi kendisine atfettiği Batı’da da bu nevi bir örgütlenmenin tarihi henüz pek yenidir. Üstelik böyle bir araştırmayı yakın geçmişin ötesindeki sınırlar dahilinde yapmak 16. yüzyıl Osmanlı toplumunda komünizmin ya da Bluray teknolojisinin araştırılmasına benzer bir yararsızlık arz eder. Dolayısıyla Soylu’nun söyleminden hareketle böylesi bir kavramsal tartışmaya girmek fuzulîdir. O hâlde söz konusu itirazla söylenmek istenen şu olsa gerek: “Evet, Osmanlı’da türlü türlü cinsel yönelim pratik ediliyordu fakat bunlar bugünün LGBT hareketinin yaptığı gibi kamusal görünürlüğe sahip değildi, özendirilmiyor ve tavsiye edilmiyordu.” Burada amacım bu nevi yönelimlerin özendirilmesinin mümkün olup olmadığını sorgulamak değil. Asıl üstünde durmak istediğim konu beyan edilen bu durumun tarihî bir gerçekliğe sahip olup olmadığı. Yani Osmanlı klâsik döneminde üretilen metinler mahbubperestlik, lûtîlik, livata, gulampârelik vb. olarak adlandırdıkları heteroseksüellik dışı pratiklerin hakikaten görünürlükten uzak bir biçimde var olmalarını, bu tür ilişkilerin “özendirilmemesi”ni mi savunuyorlardı? O dönem müelliflerinin söylemlerinin kendisinde bu nevi bir nüans var mıydı? Onlardan modern dönemin cinsel devrim sürecine ait söylemlerini kullanmalarını bekleyemeyiz, bu tarih tanrısının affedemeyeceği en büyük günâh olan anakronizmin peşinde koşturmak olur. Fakat en nihayetinde bu eserler, her eser gibi, belli bir okuyucu kitlesine hitap etmekteydi ve bizim bağlamımızda da okurlarına cinsellik hakkında bilgiler ve tavsiyeler vermek, bu konularda espriler yapmak amacıyla üretilmişlerdi. Dolayısıyla 17. yüzyılda kaleme alınmış bir metnin çeşitli cinsel davranışlar hakkında takındığı tavır ve dillendirdiği söylem hiçbir şey söylemiyor değildir. Aksine tarihin her döneminde güç kullanımıyla, toplumsal ilişkilerle, katmanlar arası geçişlerle doğrudan ilintili bir mesele olan cinsellik hakkında kaleme alındıkları için umduğumuzdan bile daha fazla şey söylemektedirler.
“Görünür Değildi” Tezine Bir “Acaba?”
Meseleyi ele almaya edebî eserlerden başlamak makul görünmektedir. Bu tür metinlerde hemcinsler arası ilişkilerden bahseden açık ve dolaylı pek çok ifadenin yer aldığı saklı bir gerçek değildir. Bu türden örnekleri sıralamayı gereksiz buluyorum, zira çok kolay bir şekilde erişilebilir yaygınlıktadırlar, sıklıkla derlenmişlerdir. Üstelik eski edebiyatımızın bu türden zengin bir literatüre sahip olduğu yeni keşfedilmiş de değildir. Nâmık Kemâl, bu şiirlerin “mevzu’u külliyet üzre mey ü mahbub vasfından ve halkı uzlet ü tecride sevkten ibaret” olduğunu ve bunların “halkın önüne getirilmemesi” gerektiğini pek erken bir tarihte söylemişti.[1] Kezâ Âkif de birkaç şiirinde bu mevzuya temas ederek “Eski dîvânlarımız dopdolu oğlanla şarâb”[2] ve “Bu cihân boş, yalınız bir rakı hak bir de şarâb / Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrâb”[3] gibi bu edebiyatın mahbubperestlik ve alkolü bu denli “görünür” kılmasını şiddetle eleştirmişti. Her iki isim de eski edebiyatta bu mevzuların bu denli “açıkça” işlenmesine karşı çıkıyor ve terbiye gereği bu nevi eserlerin genç dimağlara okutulmamasını müdafaa ediyorlardı. Görülüyor ki eski edebiyat içerisinde “Yunanî aşk”ın görünürlüğüneilişkin bir sıkıntı yoktur. Aksine, bu konu “cinsel normalliğin inşası”yla beraber edebî mirasçıları olan yeni şairleri büyük ölçüde rahatsız etmeyi başaracak denli görünürlüğe sahiptir. Öte yandan bu görünürlüğün mecazî olduğunu, toplumda kadının kapatılmış olmasının ve Fars edebiyatının tesiriyle homoerotizmin kendisinin tamamen “mazmun” hâlini aldığını söyleyerek getirilen eleştiriler de kolaylıkla çürütülebilir. Şayet mükellef divan hazırlamak isteyenlerin muhakkak mahbub edebiyatı yapmasını gerektirecek bir tür “mahalle baskısı” var idiyse dahi bu nevi sanat kaygılarının hemen hiç temas etmediği geniş bir literatür elimizde durmaktadır: Hezliyat.
Hezliyat metinleri bütün açık saçıklıklarıyla, herhangi bir yüksek sanat kaygısı duymaksızın kaleme alınmışlardır. Dolayısıyla hezliyatın bir “mazmun komiseri” yoktur. Yine de bütün hezliyatlarda tekrar-be-tekrar karşımıza çıkan yine ve yeniden homoerotizmdir. Demek ki mesele oğlandan, mahbubdan, tâzeden, hîzden bahseden beyitlerin bir edebî gereklilik olmasından ibaret görülemez. Yüksek edebiyattan kopuşun yaşandığı diğer türlerde de bu beyitler, üstelik bu sefer “kibar” lisanına yakışmayan kelimelerle birlikte karşımıza çıkar. Örneğin Atâyî’nin hezliyatı hem kadınlarla hem erkeklerle kurulan cinsel ilişkiye dair büsbütün tekellüfsüz, sansürsüz şeyler söylemektedir fakat genele vurulduğu takdirde hezliyatının neredeyse tamamını oğlanlarla kurulan ilişkilere ayırdığını görebiliriz.[4] Kuşkusuz istediği takdirde bütün bu hezliyatını heteroseksüel ilişkileri ele alacak biçimde tasarlayabilirdi. Çünkü mazmunlarla konuşması gereken, zarafet kurallarına uyması icap eden bir alanda kalem oynatmıyordu. Şayet heteroseksüellik dışı ilişki türlerinin yalnızca divanlarda hoş görülebilecek fakat toplumsal hayatta görünür olmaması gereken bir yapıda olduğunu düşünüyorsa bu düşüncesinin doğrudan hezliyatına yansımasını da bekleyebilirdik. Fakat elimizdeki örnekte bu beklentinin tam aksi vakidir. Görünen o ki eşcinsel ilişkilerin toplumsal görünürlükten arındırılması gerektiğine dair bir kanısı bulunmamaktadır.
“Özendirilmiyordu” Tezine Bir “Acaba?”
Öte yandan klâsik devrin bu meseleye değinen bazı metinleri “Osmanlı zamanında da vardı ama özendirilmiyordu.” iddiasını büyük oranda çürütecek sabit bir kurgu yapısına da sahipti. Pek çok örneği olan bu kurgu yapısıyla üretilmiş metinlerde karşı cinsle ilişki kuran erkekler ile hemcinsiyle ilişki kuran diğer erkekler ele alınarak hangi ilişki türünün müreccah olduğuna dair bir tartışma yapılırdı. Bu tür metinlerin en güzel örneklerinden biri 18. yüzyılın sonlarında Sünbülzâde Vehbî tarafından kaleme alınmış Şevk-Engiz’dir.[5] Sünbülzâde bu eserinde Suyolcızâde adını verdiği bir kadın düşkünü ile Kazıkçı Yeğeni adlı bir erkek düşkününün tartışmalarını işler. Bugünün cinsel yönelim prototiplerinin aksine Vehbî, “zenpâre” karakterini kadınları etkilemek maksadıyla incelmiş, kibarlaşmış, “kırıtarak yürüyen” bir portre içine yerleştirirken; hemcinsleriyle ilişkide bulunan “gulampâre” karakterini belinde yatağanıyla gezinen, kavuklu, acar, bıçkın biri olarak inşa eder. Şevk-Engîz, cinselliklerini farklı yaşayan bu iki tiplemenin münazarasını sunar. Suyolcızâde kadınlarla birlikte olmanın niçin daha keyifli olduğunu uzun uzadıya anlatırken, Kayıkçı Yeğeni’nin erkeklerle birlikte olmanın faydalarına değindiği nutku da 115 beyit boyunca devam eder. Ardından her ikisi de benimsemedikleri cinsel yönelimleri kötülerler ve bu mevzuda aralarında hakemlik yapması için enteresan bir çözüm yolu bularak bir “Uşşâkî şeyhi”ne başvururlar. Bu “kıssadan hisse” bölümünde Şeyh, “İster erkek, ister kadın âşık olun ama zina etmeyin.” temalı bir ahlâk dersi verir ve eser sona erer.
Keza Deli Birâder de meşhur kitabının ikinci bölümünü bu türden bir tartışmaya, “gulampâre yârenlerin ve zenpâre birâderlerin mâbeyninde olan münazarât”a ayırmıştır.[6] Burada da aynı kurgu kendini tekrar eder: Heteroseksüel ve homoseksüel ilişkilerde bulunanlar hangisinin daha keyifli olduğu konusunda bir dizi kavgaya tutuşurlar. Fakat Deli Birâder, Vehbî’nin aksine, bu tartışmada bir tarafın kazanmasına müsaade eder. Uzun süren tartışmalardan sonra kadın severlerin başındaki “zenpâreler şeyhi” inat etmekten vazgeçerek, “gulâmpâreler şeyhinden el alıb nedâmet etmiş”tir. Onun ardından da diğer zenpareler de sırayla tövbe ederek gulampare saflarına katılmaya başlarlar. Herkes eşcinsel olduğu takdirde günah işleyecek yeni nesillerin doğumundan mahrum kalacağını anlayan şeytan arabuluculuk vazifesini üstlenerek iki taraf arasında bir antlaşma yapılmasını sağlar. Kavgayı kaybeden heteroseksüeller zina etmeye devam edecek, bu zinadan doğan erkek çocukların bazılarını homoseksüellere verecekler, böylece şeytanın “gözümün nûru gulâmpâreler” ve “gönlün sürûru zenpâreler” diye hitap ettiği her iki grup da yok olmayacaktır. Bunun üzerine karşı cinsten hoşlanan erkeklerin bakiyyesi “yüzü kara, başı aşağı” biçimde yurtlarına dönerken, hemcinslerinden hoşlanan diğer erkekler de “fetih ve zafer-birle” yerlerine giderler.
Vehbî’nin ve Deli Birâder’in anlatılarına değinmemin bir sebebi var. Her iki anlatı da “Osmanlı’da eşcinsellik vardı ama özendirilmiyordu.” tezinin tam zıddında yer almaktadır. Aksine bugün cinselliklerinin bir “yönelim” olduğundan bahseden, “Tercih değil yönelim” şeklinde bir sloganları olan LGBT gruplarının bilumum yayınlarından farklı olarak, bu metinler doğrudan doğruya eşcinsel ilişkinin üstünlüğüne dair yargıları ya Vehbî gibi aktarmakta ya da Deli Birâder gibi savunmaktadır. Vehbî, karakteri Kazıkçı Yeğeni’nin ağzından “aklı olanın kadınlarla birlikte olmayacağı”nı aktarır, Deli Birâder heteroseksüel ve homoseksüel ilişkiler münazarasında homoseksüellerin kazandığı ve heteroseksüellerin handiyse yok olma eşiğine geldikleri bir kurgu tasarlar. Her iki metin de belli bir okur grubu için yazılmıştır. Bu okurların karşı cinsleri ya da hemcinsleriyle cinsel birliktelik kurmanın büyük oranda kişinin tercihi olduğunun düşünüldüğü bir zihin dünyasına sahip olduklarını hatırlatmak isterim. Tam da bu noktada Vehbî’nin, ondan şiddetli olarak Deli Birâder’in ve nihayet bütün bir mahbubperest literatürün yaptığı nedir? Vehbî Şevk-Engîz’inde değil fakat divanında “Dest-i hınnâ-zedelerden el çek” diye tavsiye verirken, Lâmiî Çelebi “Merd isen evde kahbeyi tutma” yolunda nasihatlerde bulunurken ne yapmaktaydılar? Bütün bunlar bugün politik olmakla itham edilen LGBT söylem ve yayınlarının hiçbirinde karşımıza çıkması beklenemeyecek şeyler olan eşcinsel ilişki -itirazdaki kelimeyi kullanmam gerekirse- “özendirme” ve “propaganda”ları değiller midir? Sanıyorum yeryüzündeki hiçbir LGBT hareketi, tam da bugünkü cinsel-politik paradigmanın farklılığı sebebiyle, hangi ilişki türünün daha keyifli olduğuna dair sempozyumlar düzenlemeyi ya da kadınlarla beraber olanlara heteroseksüel ilişkilerin faydasızlığı konusunda seminerler vermeyi düşünmemiştir. Öyleyse “Geçmişte vardı fakat bugünkü gibi özendirilmiyordu.” savının bir aslı astarı olmadığını kabul etmemiz gerekir. Aksine, bugünkü diskur “özendirme” gibi bir faaliyetin mümkün olamayacağı kabulü üstüne inşa edilmişken; “geçmişimizdeki” söylem her ikisinin de “tercih” edilebileceği ön kabulünden hareketle hemcinsler arası ilişkinin tavsiye edildiği bir dolu örneği bünyesinde barındırır. Dolayısıyla, hiç öyle düşünmemekle beraber, şayet Soylu’nun ilgili açıklamasıyla kast ettiği “Bizim geçmişimizde heteroseksüellik dışı ilişkilerin tarafgirliğinin yapıldığı, öne çıkarıldığı, özendirildiği var mı?” gibi bir şeyse cevap yine değişmemektedir. Evet, vardır. Üstelik Bakan’ın sandığının aksine geçmişimizde olmakla birlikte bugün yoktur.
Nihayetinde Bakan’ın açıklaması ne yönde yorumlanırsa yorumlansın insanın elinde kalıyor. Zira “geçmişimiz”de bugün lezbiyen, gay, biseksüel, transeksüel olarak adlandırılan insanlar vardı, bu insanların olmadığı bir geçmişe sahip hiçbir toplum olmadığı gibi. Yine “geçmişimiz”de heteroseksüellik dışı cinsel ilişki biçimlerinin yalnızca görünür değil, aynı zamanda önerilir, tavsiye edilir, heteroseksüel ilişkilere kıyasla tercih edilir görüldüğü geniş bir söylem sahası da inşa edilmişti, ki bu yönüyle “ecdad” bugün kendi cinsel yönelimlerinin “propaganda”sını yaptıkları söylenen LGBTİ+ hareketine kıyasla çok daha açık sözlü görünmektedir. Dolayısıyla “Osmanlı’da eşcinsellik yoktu.” iddiasının modifiye edilmiş bir versiyonu olan “Osmanlı’da eşcinsellik vardı ama özendirilmiyordu, övülmüyordu.” tezi de bir doğruluk payı taşımamaktadır. Aksine cinsel tasavvurları büyük oranda “nüfûz etme” üzerine kurulmuş olan ve nüfûz edilecek “nesne”ler arasında yapılacak “tercih”ler olduğu fikri ilgili tasavvurlarında yer etmiş bulunan Osmanlılar bu övgü ve kıyas vadisinde sıklıkla kalem oynattılar. Oysa günümüzde LGBT aktivistleri “Niçin hemcinslerimizi tercih etmeliyiz?” başlığıyla yayımlanan broşürler dağıtmamaktadırlar ve bütün cinsel-politik söylemleri statüye bağlı erkin yatak odasındaki yansıması olarak gördükleri bir fâil-mef’ul ikiliğine de dayanmamaktadır. Dolayısıyla heteronormatif algıların sorgulanması noktasında bile bu denli hiddete kapılan Osmanlı-perestlerimizin bir “Wells makinesi” ile Osmanlı klâsik dönemine götürüldükleri bir hayaldeki akıbetleri muhtemelen öfkeden çıldırmak olacaktır. Bu kadar laftan sonra şayet cehâletin hâlâ mutluluk getirdiği günlerde olsaydık bilumum Altınçağ-olarak-Osmanlıcılarımıza mutluluklarını koruyabilmeleri adına geçmişi eşelemekten vazgeçmelerini önerirdim fakat günümüzde cehâlet mutluluk sınırlarını aşıp başlı başına bir güç kaynağı hâlini aldığı için sanırım kendi mantıkları çerçevesinde en doğrusunu yapmaktalar.
[1] Fevziye Abdullah Tansel, Namık Kemâl’in Hususî Mektupları I, TTK, Ankara, 1967, s. 36.
[2] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat (haz. E. Düzdağ), TDV, 2009, s. 167.
[3] Safahat, s. 323.
[4] Atâyî’nin hezliyatı için bkz. Suat Donuk, ‘Nev’î-zâde Atâyî’nin Hezliyâtı’, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 8/39, 70-110.
[5] Şevk-Engiz’in metni ve incelemesi için Bahadır Sürelli’nin “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Şiirinde Değişim ve Sünbülzâde Vehbî’nin Şevk-Engîzi” başlığını taşıyan yayımlnamamış yüksek lisans tezine bakılabilir.
[6] Deli Birâder’in Kitâb-ı Dâfiü’l-Gumûm’unun çok başarılı olmamakla beraber Alt Üst Yayınları tarafından 2007 yılında yapılmış bir baskısı vardır.