Atatürk
Atatürk

Yargı Kimin Yanında? Osmanlı’dan Günümüze Bağımsızlık Arayışı

Yargı Kimin Yanında? Osmanlı’dan Günümüze Bağımsızlık Arayışı

Yargı bağımsızlığı” ve “yerli ve milli hukuk” söylemleri, son yıllarda Türkiye’de hukuk tartışmalarının merkezinde yer alıyor. Siyasi aktörler bir yandan milli egemenlikten dem vururken, diğer yandan yüksek yargı organlarının kararları tartışma konusu ediliyor. Ancak bu tartışmalar sadece bugüne ait değil. Osmanlı’dan bugüne uzanan hukuk tarihimiz, benzer gerilimlerin ve kavram karmaşalarının tekrarlandığı dönemlerle dolu.

Geçmişe baktığımızda, adaletin dağıtımında en kritik figürlerden biri Osmanlı’daki kadıydı. Osmanlı döneminde kadılar sadece yargı görevini değil, aynı zamanda yönetim ve denetim işlevlerini de yerine getiriyordu. Bu çoklu görev yapısı, yargının “bağımsızlığı” meselesini bugünkünden çok daha farklı şekillerde gündeme getiriyordu. Tanzimat sonrasında Batı’ya yönelen reformlarla birlikte yargı teşkilatında değişiklikler yapılmaya çalışıldı; fakat bu dönüşüm, Cumhuriyet’in hukuk reformlarıyla tam bir kopuşa evrildi. 1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun başta olmak üzere, neredeyse tüm temel hukuk normlarının Avrupa’dan alınması, “ithal hukuk” eleştirilerini beraberinde getirdi. Bu reformlar bir modernleşme hamlesi olarak sunulurken, toplumsal gerçekliğe ne kadar uygun oldukları sorusu hep gündemde kaldı.

Bugünse “yerli ve milli hukuk” söylemi, geçmişte kopulan noktaları yeniden bağlamaya çalışan bir refleks gibi karşımıza çıkıyor. Ancak bu söylemin arkasında ne kadar kurumsal güç ne kadar tarihsel tutarlılık ve ne kadar gerçek bir bağımsızlık arzusu olduğu sorgulanmayı hak ediyor.

Bu yazı, Osmanlı’dan bugüne yargının bağımsızlığına ve hukuk sistemimizin “yerli” karakterine dair temel meseleleri tartışmayı amaçlıyor. Kadı sisteminden istinaf mahkemelerine, ithal kanunlardan bugünkü reform söylemlerine uzanan bu uzun çizgide, hukuk tarihimizin sürekliliklerini ve kırılmalarını irdeleyerek şu soruya yanıt arıyor: Gerçekten bağımsız bir yargı geçmişte var mıydı ve bugün mümkün mü?

OSMANLI’DA KADILIK SİSTEMİ VE YARGININ NİTELİĞİ

Osmanlı hukuk sisteminin merkezinde yer alan kadı, yalnızca bir hâkim değil, aynı zamanda bir idareci ve düzenleyici otoriteydi. Görev tanımı bugünkü anlamda yargıçlıkla sınırlı değildi. İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi, “kadı kelimesi Arapçada ‘kada’ yani yargılama kelimesinden türer ve yargıç demektir”. Bu kelime anlamı yerinde olmakla birlikte, Osmanlı’daki kadının pratikte üstlendiği çok yönlü rolü tek başına açıklamakta yetersiz kalır.

Kadı, mahkeme yargıcı olduğu kadar, aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve belediye reisiydi. Şehirdeki düzeni sağlamak, vakıfları denetlemek, nikâh akdini gerçekleştirmek, vergi işlerini yürütmek gibi görevleri de vardı. Bu durum, yargının yürütme ve yerel yönetimle iç içe geçmesine yol açıyordu. Dolayısıyla Osmanlı’da yargı, yürütmeden bağımsız bir erk değil, onun bir uzantısıydı.

Atama süreci de bu bağımlılığı pekiştiriyordu. Kadılar doğrudan padişah beratı ile atanıyor, görev yerleri sıkça değiştirilerek yerel güçlerle aşırı bağ kurmaları engellenmeye çalışılıyordu. İlber Ortaylı bu yapıyı şöyle anlatır:

“Kadılar padişah beratı ile tayin edilirlerdi. İlmiye mensuplarının tayin, azil ve nakil işlemlerini Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri dairesi yapar… Bu dairelerde ruzname denen deftere kaydedilir, mesleki terfi ve özlük işleri bu büroda yürütülürdü. Şayet bir kadının tayini bu deftere kaydedilmemişse elindeki berat hükümsüzdür ve iptali gerekir.”

Bu sistem kadının hukuki meşruiyetini doğrudan merkezî otoriteye bağlamıştı. Yani kadı, merkezin temsilcisi ve yürütme gücünün parçasıydı. Adaletin bağımsızlığı ise bu yapı içinde bürokratik düzenlemelere sıkı sıkıya bağlıydı.

Kadıların görev alanı, şer’i ve örfi olmak üzere iki ana kaynaktan besleniyordu. Modern yaklaşımlarda bu durum bir ikilik gibi yorumlansa da Osmanlı pratiği bu iki sistemin bir çatışma içinde değil, denge ve tamamlayıcılık içinde çalıştığını göstermektedir.

Mehmet Akif Aydın, bu yapıyı şöyle açıklar: Osmanlı Devleti esasen İslam hukukuna dayanmakla birlikte, zaman içinde ortaya çıkan örfi hukuk, şer’i hukuka rakip değil, onu tamamlayan bir sistem olarak gelişmiştir. Örfi hukuk, şer’i hükümleri ortadan kaldırmak amacıyla değil; şer’i hukukun izin verdiği alanlarda ya da doğrudan düzenlenmemiş konularda hüküm koymak amacıyla kullanılmıştır. Bu yaklaşım, hukuk uygulamasında ikilik doğmasını engellemiş, sürekliliği ve uyumu sağlamıştır.

Kadı, yalnızca dini kuralları uygulayan biri değil; bulunduğu yerin ihtiyaçlarına göre kararlarını şekillendiren, gerektiğinde yorum yapan ve çözüm üreten bir hukuk insanıydı. Fıkhın içtihat ve maslahat gibi esnek yorum araçlarıyla örfi hukukun pratik yönelimi birleştiğinde, ortaya esnek ama merkeze bağlı bir hukuk düzeni çıkmıştır. Kadı, bu düzende sadece fetvaları değil, örfi düzeni de dikkate alarak karar vermek durumundaydı.

Sonuç olarak, Osmanlı’da yargı “bağımsız” değildi, ama kuralsız da değildi. Bağımsızlık bugünkü anlamıyla anayasal bir güvenceye değil, merkezî otoriteyle uyum içinde yürüyen bir hiyerarşiye dayanıyordu. Kadı, bu yapının merkezle taşra arasındaki en stratejik hukuk aktörüydü.

CUMHURİYET’LE GELEN HUKUK REFORMLARI: MODERNLEŞME Mİ, KOPUŞ MU?

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, sadece yönetim biçiminde değil, hukuki sistemin temelinde de radikal bir değişim getirdi. 1926 yılında yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu, İsviçre’den; Ceza Kanunu, İtalya’dan; Ticaret Kanunu ise Almanya’dan alınarak yeni Cumhuriyet’in hukuk yapısı neredeyse sıfırdan kuruldu. Bu durum, dönemin ruhuna uygun olarak bir “medenileşme hamlesi” olarak sunuldu. Fakat aynı zamanda hukuk tarihimizde büyük bir kopuşu da temsil etti.

Yeni hukuk düzeni, sadece bir teknik dönüşüm değil, aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin temel değerlerinin taşıyıcısı olarak kurgulanmıştı. 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışında yaptığı konuşmada Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, hukuk devrimini rejimin özü olarak tanımlamış ve yeni hukukun, laik Cumhuriyet’in temel taşı olduğunu vurgulamıştır. Hukuk, sadece bir düzenleme aracı değil, yeni rejimin ideolojik taşıyıcısı olarak görülmüştü. Laiklik, kadın hakları, eşit yurttaşlık gibi temel ilkeler, bu ithal kanunlar üzerinden hayata geçirilmeye çalışıldı. Ancak bu sürecin hızı ve dış kaynaklı yapısı, beraberinde şu soruyu da getirdi: Toplumun gerçekliğiyle örtüşmeyen bir hukuk, adalet sağlayabilir mi?

Bu dönüşümün zeminini hazırlayan kırılma ise Tanzimat döneminde başlamıştı. Mehmet Akif Aydın’ın vurguladığı gibi, Osmanlı hukuku yüzyıllar boyunca hem adli kurumlar hem de hukuk normları açısından ciddi bir değişiklik geçirmemişti. Bu nedenle Tanzimat, yalnızca idari ve siyasi bir yenilenme değil, hukuk tarihinde de radikal bir eşikti.

Prof. Dr. Coşkun Üçok’a göre ise bu sürecin temelinde bir tek esas vardı: laikleşme. Hukukta laikleşme, Cumhuriyet döneminde zirveye çıksa da aslen Tanzimat ile başlamış bir dönüşümdü. Üçok, Osmanlı’daki şer’i hukuk sisteminin dağıtılmasındaki temel nedenin, gayrimüslim tebaa ile devlet arasındaki hukukî bağın olmayışı ve Avrupa devletlerinin baskısı olduğunu belirtir. Bu baskıya karşı, modern kanunlar ithal edilmiş, ceza hukukundan medeni hukuka kadar laik esaslara dayanan bir sistem kurulmuştur.

Tanzimat sonrasında hukuku dönüşmeye zorlayan dört temel faktör ön plana çıktı: ticaret ve iktisat alanındaki gelişmeler, toplumsal yapıda yaşanan dönüşüm, artan hukuki ihtiyaçlar ve en önemlisi Batı’nın etkisi. Gayrimüslim tebaanın Batı ile olan bağlantıları, Osmanlı’yı Batılı hukuk normlarına uyum sağlamaya zorladı.

Üçok’un belirttiği gibi, Tanzimat’tan itibaren gelen kanunlar sadece dış baskıların sonucu değildi; aynı zamanda şerî hukukun yorum farklılıkları ve sabitlememiş yapısı nedeniyle de zorunluluk haline gelmişti. Farklı mezheplerden farklı içtihatlar yürüklükte olduğu için, bir konuyla ilgili hukuki kararlar sabitlenemiyor, birliğin sağlanması mümkün olmuyordu. Bu nedenle ceza, ticaret ve medeni alanlarda daha tutarlı, yazılı ve sabit bir hukuk ihtiyacı artarak kendini hissettirmişti.

Sonuç olarak, Tanzimat ile başlayan ve Cumhuriyet döneminde kesinleşen bu dönüşüm, Türk hukuk tarihinin belki de en sert kırılma noktalarından biridir. Reformlar, biçimsel olarak Batılı hukuk sistemlerini benimsemiş olsa da bu sistemin toplumsal karşılığı tam olarak kurulamadı. Yargı kurumsal olarak modernleşirken, halkın gözündeki meşruiyeti zayıfladı. Bu durum, yargının “bağımsızlığı” meselesini sadece hukuki değil, aynı zamanda sosyolojik ve kültürel bir sorun haline getirdi.

BUGÜNÜN YARGISI: YERLİ HUKUK VE BAĞIMSIZLIK SÖYLEMİ ARASINDA

Türkiye’de yargı bağımsızlığı tartışmaları, artık sadece hukukçuların değil, siyasetin ve kamuoyunun da gündeminde. Bazı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yürütme organıyla kurduğu ilişki, siyasi davalardaki yargısal tutumlar ve bu yüksek mahkemelerin kararlarının, karşıt siyasi görüşteki aktörler tarafından kamuoyuna açık şekilde, hukuki argüman olmaksızın ve salt sloganlarla eleştirilmesi; bu kararlar üzerinden doğrudan siyaset üretilmesi bu tartışmanın odak noktalarıdır. Ancak mesele sadece güncel krizlerden ibaret değil. Bugünkü tablo, tarih boyunca şekillenen hukuk geleneğimizin, kurumlarımızın ve zihniyet dünyamızın bugüne yansıyan sonucudur.

Öte yandan son yıllarda sıkça duyulan “yerli ve milli hukuk” söylemi, bir yandan bu geleneğe dönüş arzusunu, diğer yandan da evrensel hukuk ilkelerine karşı mesafeyi ima eder nitelikte. Peki bu söylem, gerçekten bir içerik taşıyor mu? Yoksa siyasi iktidarın hukuk üzerindeki etkisini meşrulaştırmanın yeni bir dili mi?

Örneğin, anayasa hukuku teorisinde hükümet sistemleri, genellikle yasama ve yürütme organları arasındaki ilişkiler temelinde sınıflandırılır. Bu teorik çerçevede yargıdan çoğunlukla hiç bahsedilmez. Bunun sebebi, yargının her durumda bağımsız olduğu yönünde genel bir varsayımın kabul edilmesidir. Ancak Türkiye’de bu varsayım, özellikle 2017 anayasa değişikliği sonrasında ciddi şekilde sorgulanır hale gelmiştir.

16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandum sonucunda kabul edilen anayasa değişikliği ile Anayasa’nın 9. maddesine “tarafsız” ifadesi eklenerek mahkemelerin yalnızca bağımsız değil aynı zamanda tarafsız olduğu vurgulanmıştır. Fakat aynı değişiklik kapsamında Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun adı “Hâkimler ve Savcılar Kurulu” olarak değiştirilmiş, üye sayısı 22’den 13’e, daire sayısı üçten ikiye indirilmiştir. Kurulun dört üyesinin Cumhurbaşkanı tarafından, yedi üyesinin ise Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından atanmasına karar verilmiştir. Ayrıca, 1961 Anayasası’ndan itibaren kurumsal adında yer alan “Yüksek” ifadesi de bu değişiklikle kaldırılmıştır. Oysa bu unvan, Fransa’daki benzer yapı olan “Conseil Supérieur de la Magistrature” örnek alınarak konulmuştu ve kuruma anayasal düzeyde bir ağırlık kazandırıyordu. Bu ifadenin neden çıkarıldığı ise açıkça gerekçelendirilmemiş, kamuoyuna bu değişikliğin anlamı tam olarak yansıtılmamıştır. Bu düzenlemeler, Cumhurbaşkanının hem yasama hem de yargı üzerinde artan bir etkisini beraberinde getirmiştir. Yasama organının yürütme karşısındaki bağımsızlığı zaten zayıflamışken, yargının da bu değişikliklerle yürütmeye daha bağımlı hale geldiği yönünde ciddi eleştiriler bulunmaktadır.

Bu gelişmeler ışığında, “yerli ve milli hukuk” söyleminin içerdiği anlam daha da tartışmalı hale gelmektedir. Gerçekten bağımsız olmayan bir yargının, ne kadar yerli ya da milli olduğu kadar, ne ölçüde adil olduğu da sorgulanmalıdır. Yanlış anlaşılmasın; yerli ve milli bir hukuka karşı değilim. Hukuk sistemimiz evrensel değerler üzerine kurulmalı ve bu topraklardaki gerçek sorunlara adil çözümler üretebilmelidir. Ancak, yerli ve milli hukuktan söz edebilmek için öncelikle yargının gerçekten bağımsız olması gerekir. Aksi hâlde, sadece bir söylem olarak kalmaya mahkûmdur. Dolayısıyla, ‘yerli ve milli hukuk’ söyleminden önce, yargı bağımsızlığı gibi temel meselelerin çözülmesi ve hukuk sisteminin toplumun adalet ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden yapılandırılması gerekir. Aksi hâlde bu tür söylemler, yalnızca günü kurtaran politik ifadeler olarak kalacaktır.

Örnek vermek gerekirse, kanunları aldığımız ülkelerin hiçbirinde şu kadar karmaşık bir hukuki ihtilafla karşılaşılmaz: Bir insan, kendine ait olmayan bir arsada, sahibinin rızası olmaksızın bir yapı yapar, bu yapıda hak iddia eder. Bunun çözümü için Gecekondu Kanunu çıkarılır. Rahatlayan yapı sahibi, bir de kaçak kat çıkmaya başlar. Bu kat yıkılmak üzereyken, imar affı olarak bilinen imar barışı gelir ve kaçak yapı yasal zemine oturur. Aynı kişi, geçen yıllarda yaşlanır, üçüncü evliliğini yapar, artık rezidanslarla komşu hâle gelen gecekondusunu mirastan mal kaçırmak amacıyla muvazaalı şekilde bir başkasının üstüne devreder. Bu, bize özgü bir tabloyu yansıtır. Yurtdışından ithal edilmiş kanunların bu kilidi açacak anahtara sahip olmadığını düşünmek zor değildir. Görünen o ki, bu sorunları çözebilecek anahtar, dışarıdan getirilemez; bu anahtar ancak bu toprakların ihtiyaçlarına göre, burada üretilmiş bir hukuk anlayışıyla şekillenebilir. Bunun yanında, ‘yerli ve milli hukuk’ söyleminin ne ölçüde pratikte çözüme hizmet ettiği ve gerçekten adaleti sağlama kapasitesi taşıyıp taşımadığı da ayrıca sorgulanmalıdır. Gerçekten bağımsız olmayan bir yargının, ne kadar yerli ya da milli olduğu kadar, ne ölçüde adil olduğu da sorgulanmalıdır.

Bugünün yargı sistemi, tarihsel sürekliliklerden izler taşısa da içinde bulunduğu siyasal yapı ve toplumsal gerçeklikler nedeniyle hem yapısal hem de işleyiş bakımından ciddi sorgulamalarla karşı karşıya. “Yerli ve milli hukuk” söylemi, ideal bir hedef olarak dile getirilse de bu hedefin hangi kurumsal temellere ve hangi toplumsal ihtiyaçlara dayandığı netleşmeden anlam kazanması güç. Gerçek yargı bağımsızlığı, sadece anayasal güvenceyle değil, aynı zamanda toplumsal güven, kurumsal tutarlılık ve hukukun herkes için eşit uygulanmasıyla mümkündür.

SONUÇ

Osmanlı’dan bugüne uzanan hukuk tarihimiz, yargının hiçbir dönemde mutlak anlamda bağımsız olmadığı; buna rağmen “meşruiyet” arayışının her zaman sürdüğü bir geçmişe işaret ediyor. Cumhuriyetle birlikte yaşanan büyük dönüşüm, bir kopuş kadar bir arayışı da içinde taşıyordu. Bugün gelinen noktada, “yerli ve milli hukuk” gibi iddialı söylemler ancak yargı bağımsızlığı sağlandığında anlam kazanabilir.

Adaletin gerçekten yerli olması için, önce güvenilir olması gerekir. Yargı; yürütmeye karşı değil, onunla arasına mesafe koyarak milletin vicdanına karşı sorumludur.
Bu nedenle, yerli bir hukuk ancak bağımsız yargıyla mümkündür; aksi halde hukukun değil, söylemlerin yönettiği bir sistemden söz etmiş oluruz.

KAYNAKÇA

  • Aydın, Mehmet Akif. Türk Hukuk Tarihi. Beta Yayınevi, 2014.
  • Gözler, Kemal. Fıkıh – Hukuk İlişkisi Üzerine. Ekin, Nisan 2019.
  • Gözler, Kemal. Elveda Anayasa. Ekin, Nisan 2017.
  • İnalcık, Halil. Osmanlı’da Devlet, Hukuk ve Adalet. Kronik, Ekim 2021.
  • Karataş, Abdullah Vefa. Tanzimat Dönemi Osmanlı Yargılama Hukukunda İstinaf. Adalet Yayınevi, 2024.
  • Kösoğlu, Nevzat. Hukuka Bağlılık Açısından Eski Türklerde, İslam’da ve Osmanlı’da
  • Devlet. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2013.
  • Ortaylı, İlber. Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devletinde Kadı. Kronik, 2021.
  • Yılmaz, Ejder. Adalet. Turhan Kitabevi, 2021

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz